Hinduizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hinduizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Temmuz 2015 Salı

Hayatın anlamı ya da amacı?

Kitabım "Mistik Tanrı" Kitapyurdu sitesinde satışa çıktı! Bu blogtaki yazılar hoşunuza gittiyse kitapta çok daha fazlasını bulacaksınız! Aşağıdaki linkten satın alabilirsiniz:


Hayatın anlamı ya da amacı, küçücük dünyamızda bireysel kısıtlı bir pencereden bakarsak bize "yok" gözükür. Bir düşünelim, evren sonsuz büyüklükte. Nasa 2013 yılında, WMAP aracından gelen yeni bilgileri iyice yorumlayarak bir sonuca ulaştı ve bu sonucun hatalı olma olasılığını % 0.4 olarak açıkladı. Yani bu sonuç, %99.6 oranında kesin. Nedir bu sonuç? Evren düz... (Nasa'nın resmi sitesi şu anda açılmadığı için link veremiyorum) Astrofiziğe göre evrenin düz olması demek, sonsuz olması anlamına geliyor.  Bizim teorik olarak, evrenin ancak çok küçük bir kısmını gözlemleyebilme ihtimalimiz var. Bu teorik olarak gözlemleyebileceğimiz evrene "gözlemlenebilir evren" deniyor. Ancak evren, sonsuz... Hatta günümüzde sonsuz sayıda evren modelleri var astrofizikte. Dolayısıyla sonsuz üzeri sonsuzluk içinde bir damlacık kadar yer kaplamayan dünyada yaşamaya çalışan kendi çapında gelişmeye çalışan organizmalarız. Örneğin benim, minicik dünya üzerinde kendi minicik dünyamda kendi küçücük hayatımı yaşamaya çalışmamın sonsuzluk için ne anlamı olabilir? Bırakalım sonsuzluk içini, bu dünyada koşturmalarımın birkaçyüz yıl sonra bu dünya için bile ne önemi olacak? Koca bir hiç... Bu açıdan bakarsak hayatın hiçbir amacı yok.

Ama daha derine inersek, hayatın anlamı çok kısaca, büyük bilim insanı Carl Sagan'ın da dediği gibi evrenin aracılığımızla kendisini bilmesi, kendisini gerçekleştirmesidir. ( "We are a way for the cosmos to know itself" ) Tabi evrendeki diğer potansiyel yaşam formları için de aynı anlam geçerlidir. Konuya bilim tarafından bakarsak sadece Carl Sagan değil çeşitli bilim insanları da benzeri açıklamalarda bulunmuş. İşin mistik yanına gelirsek hem Vahdeti Vücut ekolü Sufizm,  hem Gnostisizm hem Neo platonizm hem de Hint kaynakları ve genel olarak Uzakdoğu felsefeleri de benzeri görüşleri dile getirir.  Mevlana'nın dediği gibi bizler, sonsuz potansiyelin bilinicinin açığa çıkmış haliyiz. Sonsuz potansiyel, evren(ler) ve zaman ilüzyonuyla da bizler olarak tezahür eder böylece potansiyel, potansiyeli olduğu şeyleri açığa çıkarır, kendisini bilir kendi içine bakmaya başlar. Bu açıdan bakınca evrenin her birimiz gözünden, her birimiz penceresinden "ben" aracılığıyla otururken parmağını  oynatmasının bile bir anlamı vardır. Deneyim silsileleri üretmemiz ve özellikle "sevgi" konusu ise, evrenin "kendisini bilmesi" yolunda önemli bir adımdır.

Tanrı yahut evren ya da enerji, ışık gibidir. Işık, potansiyel olarak aydınlık olmasına rağmen üzerinde yansıyacağı hiçbir şey yokken paradoksal olarak karanlıktır ama bir şeye yansıdığı zaman diyebiliriz ki kendisini "gerçekleştirir" işte evren de böyle. Big Bang ile beraber tek bir "şey" ya da sonsuz potansiyel;  her şeye, zamanla da bize dönüşmüştür yahut tezahür etmiştir.

                                                                                                                  Ozan

NOT: Bu yazı ve diğer tüm yazılar bana aittir ve hakları saklıdır. Kaynak göstermeden herhangi bir yazımı kopyalamayınız!

25 Eylül 2014 Perşembe

"Yaratılış" ve sonsuz potansiyelin evrimi

Kitabım "Mistik Tanrı" Kitapyurdu sitesinde satışa çıktı! Bu blogtaki yazılar hoşunuza gittiyse kitapta çok daha fazlasını bulacaksınız! Aşağıdaki linkten satın alabilirsiniz:



                                                    

    

Bu konuya başlamadan önce üzerinde durmak istediğim,  dikkat edilmesi gereken nokta “yaratılış” kelimesidir. Tek Tanrılı dinlerde, bu kelimenin tam olarak hangi manaya geldiği, özellikle daha derin teolojik konular içinde, tartışılagelmektedir. Çeşitli farklı görüşler olsa da, bu kelimeden zahiri anlamda genel olarak algılanan olgu,  “creatio ex-nihilo” denilen “yoktan var etme” ya da “yoktan yaratılış” olgusudur.

     Fakat “hakikat” seviyesindeki mistik öğretilerde, anladığımız manada bir “yoktan yaratılış” öğretisinden söz edilemez. Eğer gerçekten tam anlamıyla yoktan varoluş öğretisi savunulacaksa ortaya çeşitli problemler ya da mantıklı, tatmin edici yanıtları olmayan sorular çıkmaktadır. En başında Ex-nihilo fikri, genel olarak evreni, insanı, bilinci ve her şeyi Tanrı`dan tamamen ayrı görmektedir. Yani Tanrı, bu öğretiye göre, kesinlikle aşkındır ama tam anlamıyla “içkin” olamaz. Onun içkinliği ancak bilgisi ve kudretiyle hayat bulur. Tıpkı koskoca bir imparatorluğu yöneten bir imparatorun, yönettiği yerlere içkin olamaması ancak gücü ve kudreti aracılığıyla oralarda hüküm sürebilmesi gibi, Tanrı da “göklerde” oturan, bir tahtı, arşı olan ve oradan dünyaya gücü ve kuvvetiyle hükmeden sonsuz kuvvette bir kral gibidir bu öğretiye göre. Dinsel metinlerde geçen bu gibi ifadelerin zahiri anlamından içsel manasına inmek gereklidir.

      “Yoktan yaratılış” teorisinin, evreni ve her şeyi Tanrı`dan ayırmasından dolayı, ateist çevrelerde de sıkça kullanılan, bazı tatmin edici yanıtları olmayan soruları ortaya çıkardığından bahsetmiştim.  Bu sorulardan birkaçını şöyle özetlemek mümkündür:

  -Kendi içinde zaten her şeyiyle mükemmel olan bir Tanrı, evreni tam olarak neden/ne amaçla yaratmıştır?

  -Kendi içinde tam ve mükemmel olan, ezelden beri varolan bir Tanrı`nın aklına, insanı ve canlıları yaratmak fikri nasıl ve neden gelmiş olabilir? Ayrıca bu da yetmiyormuş gibi, Tanrı neden insanı yaratıp bir de üzerine teste tabi tutmak istemiş olabilir?

 -Tanrı, kendi içinde sonsuz güçlü bir olguysa ve mükemmelse, “insan” ve diğer canlıları yaratıp onların kendisine kulluk etmesini neden istemiş olabilir?


                Bütün bu soruların cevabı için kısaca “Allah`ın hikmetinden sual olunmaz” ya da buna benzer bir şey dersek bu, doğal olarak pek çok kişiyi tatmin etmeyecek ve benzer sorular sorulmaya devam edecektir. Bu nedenle zahiri anlamdan çıkıp, daha doğrusu bu anlamı “aşıp”, tıpkı çeşitli Sufiler gibi, bu duruma da hakikat penceresinden bakmak gerekmektedir.

“Hiçbir şey ama hiçbir şey yoktu. Hatta hiçlik bile mevcut değildi. Fikirden ve kavramsallaştırmadan arınmış olarak gerçek şudur ki, aslında ‘Bir’ bile var değildi. Ben “vardı" derken herhangi bir şeyin var olduğunu da söylemiyorum. “Hiçbir şey yoktu” ifadesini kullandığım zaman, sadece, bahsetmeye çalıştığım olgu hakkında bir tür bilgi vermeye çalışıyorum. Hiçbir şey yoktu. Yani Ne bir şey ne de bir şeyin yokluğu. Bir bile yoktu. Karmaşıklığın imkansızlığı yoktu. Görülmez olan ya da kavranılamaz olan da yoktu. Ne insan ne melek ne de Tanrı vardı. Kısacası insanların bir isim vermiş olduğu herhangi bir şey yoktu” (Basilides)

              Bir zamanlar zamansızlık içinde, ne madde ne bosluk ne uzay ne de zaman varken,  var olan ve olacak olan tamamıyla her şeyi içeren gizem dolu bir kaynak vardı. Bu kaynağı Big Bang`ın öncesinde her şeyi içeren tekillik durumunda olan gizem noktası olarak da adlandırabiliriz. Bu kaynak, sonsuz hiçlik noktasıdır ve çeşitli kutsal metinlerde “içinde varlığın veya yokluğun bulunmadığı, akılla kavranabilecek olgu ve kavramların çok ötesindeki ‘derin karanlık’ olarak tanımlanır. Hatta bunu “tanımlama”nın bile saçma olduğu belirtilir. Çünkü bu evre, zihnimizin çalışabilmesi için gerekli olan ve ikiliğe dayanan çeşitli kavramların çok ötesindedir. Kökeni çok eskilere dayanan ve aynı zamanda hristiyan mistikleri olan gnostikler, bu durumu “göz kamaştırıcı karanlık” ifadesiyle, paradoksal doğasını vurgulamaya çalışarak, anlatmaya çalışmışlardır. Benzer şekilde islami ezoteristler olan Sufiler, bu durumu “siyah ışık” ve “aydınlık gece” olarak niteler. Milattan önce 1500`lu yıllarda yazıya geçirilen en eski Hindu metni olan Rig-Veda, şöyle der:

“Başlangıçta ne varlık vardı ne de yokluk...
Ne hava vardı, ne de onun ötesindeki gökyüzü
Bir kimilti mi? Nerede? Hangi örtünün altında? Kimin himayesinde?
Dipsiz suların sonsuz derinliği mi yoksa?

Ne ölüm vardı o zaman ne de olumsuzluk.
Ne de gündüzü geceden ayıran bir işaret
Ama Bir O vardı, soluk olmadan soluyordu kendi iç gücüyle
Başka da bir şey yoktu.

Karanlıklar içinde karanlıklar dururdu;
Boyutları olmayan bir deniz gibi;
Mümkün olanı hala biçimlendirmemiş bir boşluk,
Ta ki Sıcaklığın gücü Tek olanı yaratana dek.” (Rig-Veda 10:129)

Rig-Veda’da ayrıca “Purusha” denilen kozmik candan bahsedilir ve bu canın, var olacak olan her şey olmasına, bölünmesine ve böylece mevcut var olan her şeye dönüşmesine neden olan bir potansiyel, bir gizem noktası olduğu belirtilir. 4 Veda`daki ayetlerin, daha çok ritüelistik manalarını açıklayan Hindu metni Satapatha Brahmana’da bu kozmik cana “kozmik yumurta” denir ve onun yarılmasından, her şeye dönümesinden söz edilir. Bu Brahmana’da bu gibi anlatımların yanında daha sembolik ve masalsı anlatımlar, örneklendirmeler de bulunur. Vedaların sonu (Vedanta) olarak kabul edilen ve Hint felsefesinin temelini oluşturan Upanişad’larda sembolik anlatımın üzerine, bu durumun kozmolojik, felsefi/psikolojik yönlerine değinilir.

Her şeyi içeren, her şey olmaya ve her şeye dönüşmeye hazır sonsuz bir potansiyeldi bu nokta. İçinden bütün varlığın fışkırdığı bu kaynak, ayrışmamış bir bütünlük halinde adeta varlığa gebeydi. Bu potansiyel, içinde kuarklardan galaksilere, cansız maddeden bilince, sevgiden nefrete, iyilikten kötülüğe, duymaktan dokunmaya ve görmeye, algılayandan algılanana, müziğe sanatın her türlüsüne, gaddarlıktan merhamete, bizi dahil her şeyi barındıran bir sonsuz tohumdu. Bu sonsuz enerji tohumuna Hintliler “Mahat-tattva” der.

            Bu sonsuz gizem noktası, içinde sonsuz bilinç potansiyelini barındırmasına rağmen, kendisinden ayrı, bilincinde/farkında olacağı ikinci bir “nesne” var olmadığı için yani herhangi bir anlamda bir ikilik (dualite) var olmadığı için paradoksal olarak bilinçsizdi. Tıpkı doğası “aydınlık” olan ışığın, üzerinde yansıyacak bir “şey” olmadığı zaman paradoksal olarak “karanlık” olması gibi. Bazı Sufiler bu durumu “durgun su” ya da “durgun deniz” örneğiyle de anlatmaya çalışmıştır. Sonsuz gizem noktasında bu evre, durgun denize benzer, dalga ve köpük yoktur,  bu nedenle de deniz kendisini “gösteremez”. Aynı ışık örneğinde olduğu gibi, doğası “sonsuz bilinç” olan bu gizem noktası, bilincinde olacağı, kendisinden “ayrışmış” ikinci bir şey olmadan, bir bütünlük halinde, paradoksal olarak bilinçsizdi ve bu nedenle üzerinde yansıyıp kendi içine bakabileceği “ayna”ya gereksinim vardı… Diyebiliriz ki Işığın ancak üzerinde yansıyacak bir şey olduğunda aydınlatma niteliğine sahip olması gibi, sonsuz gizem ışığı Tanrı da sonsuz evren şeklinde tezahür ederek sonsuz sayıda canlı bilincinin üzerinde yansıyıp aydınlanan ışık oldu… 

“Sonsuz güçlü Tanrı`nın herhangi bir şeye ihtiyacı mı olurmuş?!?”

          Devam etmeden önce bu konunun da üzerinde durmak gerek… Anlatılması mümkün olmayan, kelimelerin güç yetiremeyeceği bir gizemi anlatmaya çalışırken "ihtiyaç" gibi kelimeler kullanıyoruz ancak bu, konunun anlaşılması için mecburi olarak kullanmamız gereken bir kavramdan ibarettir. “Sonsuz güçlü olan Tanrı`nın herhangi bir `ihtiyacından` söz edilir mi?” şeklinde bir soru gelmesi mümkündür… Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu anlattıklarımızın Tanrı`nın doğası olduğu yani zaten “Tanrılığın içinde” olduğu ve Tanrı`nın dışında herhangi bir şeyin zaten gerçekleşmediğidir. Örneğin dahi bir bilim adamı için “Aslında o dahi falan değil, her şeyi zekasına borçlu” şeklinde bir yorum yapamayız çünkü “dahi bilim adamı” kavramına o kişinin zekası, benliği, her şeyi zaten dahildir. Aynı şekilde mistik öğretilerde “ayna” da, yansıyan/yansınan, algılayan/algılanan da “Tanrılığın”/Tanrı`nın içindedir. Bunu şöyle örneklersek (her ne kadar eksik bir örnek olsa da) anlamamıza yardımcı olabilir: Güneşi ışığı ve ısısı olmadan düşünebilir miyiz? Güneşi "güneş" yapan unsur, ışınları ve ısısıdır, işte evren de Tanrı'dan kaynaklanan bir olgudur, Tanrı'yı "Tanrı" yapan evren ve onun da ötesindeki aşkın doğasıdır; ışığın ve ısının, güneşin vazgeçilmez ve "zorunlu" bir "olgusu" olması gibi, nihai anlamda bir “hayal” (maya) olan evren de Tanrı'nın vazgeçilmez ve zorunlu bir olgusudur. Hinduizm`de Şaktaların kutsal metni olan Devi Gita, “Maya”nın (hayalin/ilüzyonun) bile Tanrı`dan ayrı olmadığını söyler. Ortada yaratma "ihtiyacı" yoktur, Tanrı zaten evren ile ve ayrıca evreni de aşkın doğası ile budur. 

         Dolayisiyla evren, Tanrı`nın bir ihtiyacından ortaya çıkmış değildir. Güneşin ışığını ve ısısını, ihtiyacı olduğu için yaymaması gibi, evren de ihtiyaçtan ortaya çıkmış veya yaratılmış değildir. Evren Tanrı'nın bizzat doğasından yayılan bir sonuçtur, ortada herhangi bir ihtiyaçtan söz edilemez. Evren, Tanrı`nın kendini, yine kendi içinden, gerçekleştirme sürecinin sonuçlarından biridir  ve “bu süreç sonsuzluktan beri tekrarlanmaktadır” diyebiliriz.

          İbn Arabi’ye  gore Tanrı, bu tek mutlak gizem konumdayken (Ehadiye) hiçbir sıfata, kişiliğe, varlığa ya da yokluğa sahip değildir.Zaten bu aşamada “tek” kelimesi,  bir sıfat anlamında değil de daha çok “ayrışmamışlığı” ve farklılaşmamışlığı belirtmek için kullanılır. O aşamada “teklik”  gibi kavramlar hatta  “varlık-yokluk”, gibi karşıtlığı içeren kavramlar, ayrışmalar bile mevcut değildir. Aynı olgu Rig-Veda’da “Başlangıçta ne varlık vardı ne de yokluk…” (Rig-Veda 10:129) sözüyle ifade edilir. Bu, içinde sonsuz potansiyeli barındıran, her şeye dönüşmeye, her şey olmaya hazır duruma:

- Ibn Arabi “Ehadiye” der.

- Hint sisteminde aynı olguya “Nirguna Brahman” (Sıfata sahip olmayan Brahman) denir. Rig-Veda 10:129: “Başlangıçta ne varlık vardı ne de yokluk…”

- Taoizm’de de  aynı duruma  isimsiz sıfatsız “Tao” denir. Tao te Ching şöyle der:

            “Eğer O’nun hakkında konuşabiliyorsan o şey Tao değildir, eğer O’na isim verebiliyorsan o şey Tao değildir. Tao’nun ismi yoktur, isim sıradan şeylere verilir….” (Tao Te Ching 1)

“O’nu göremezsin çünkü formsuzdur, O’nu dinleyemezsin çünkü sesi yoktur. O’na dokunamazsın çünkü gayrımaddidir…..O adeta hiçliğin kıyılarına aittir, güneş gibi yükselir fakat aydınlatmaz, güneş batması gibi batar fakat karartmaz başlangıcı ve sonu yoktur, hiçliğin içindeki varlıktır, çok büyük bir gizemdir, asla hiçbir şekilde tanımlanamaz”. (Tao Te Ching 14)

-Mahayana Buddhizm”inde aynı olguya “Dharmakaya” (Sonsuz Buddha doğası), Tibet Buddhizminde de (Vajrayana) “Rigpa” gibi isimler verilir.

                İkinci aşamada bu sonsuz potansiyel, kendi kendinin farkına varır:

- Hint’te bu duruma “Omkara” adı verilir ve  mutlak olan, sıfatlar kazanmaya başlar.Boylece “Saguna Brahman” (Sıfata bürünmüş Brahman) haline gelir.

- İbn Arabi bu aşamaya “Vahadiye” adını verir ve Tanrı ilk defa kendini “Tek Tanrı” gibi sıfatlarla ifade etmeye başlar.

-Tao Te Ching şöyle der:

                “…İsimsiz olan, yaratılışın kaynağıdır. İsme bürünen ise evrendeki her şeyin anasıdır” (Tao Te Ching 1)

                Üçüncü olarak Ayan-ı Sabite aşamasını sayabiliriz. Bu aşama, “sabit arketipler” aşamasıdır ve Neo-Platonculuktaki “logos” kavramıyla hemen hemen aynıdır. Bu aşama, fenomenler dünyasındaki (İbn Arabi’nin deyişiyle “hayal”, Hint sisteminin deyişiyle “maya”) bütün gerçekliklerin ve bütün evrenin, kavramların, karşıtlıkların yani her şeyin fikir/potansiyel  halde “Tanrı’nın zihninde” oluştugu aşamadır.

                Dördüncü ve son aşamaya da “halk” denir. Bu aşamada tezahür tamamlanmıs, evren Tanrı’dan sudur etmiş, görüntüler ve fenomenler dünyası oluşmuştur ya da “yaratılmıştır.” Tao Te Ching şöyle der:

                “Tao’dan birlik olgusu gelir. Birlikten iki (düalite) gelir. İkiden üç, üçten de bütün her şey gelir.” (Tao Te Ching 42)

                Bütün bu işleme Hint sisteminde “spiritüel Big Bang” de denebilir. Big Bang teorisine göre aynı işlemi yorumlarsak, başlangıçtaki sonsuz hiçlik noktasına “Ehadiye/Nirguna Brahman”, bu noktanın “tek, sonsuz potansiyel, patlamaya ve genişlemeye hazır olarak anlam kazanmasına “Vahadiye/Saguna Brahman”, bu noktanın patlama anına,  var olan her şeyi içerirken bunları gerçekleştirmeye hazır  ana gelmesine Ayan’ı Sabite, inflasyondan sonra evrenin gezegenlerin ve zamanla insanın, bilincin, bildiğimiz evrenin oluşmasına da “halk” diyebiliriz.

                İbn Arabi`ye göre anladığımız manada “yoktan yaratılış”(creatio ex-nihilo) yoktur. O`na göre, içindeki her şeyiyle birlikte evren, bu sonsuz gizem noktasında yani Tanrı`nın içinde potansiyel olarak zaten mevcuttu. “Yaratılış” olarak adlandırdığımız olgu, Tanrı`nın içinde potansiyel olarak bulunan her şeyin tezahüründen ibarettir. O, kendi içinde olanı açığa vurmaktadır. (fi zatihi) Bu kavram, klasik anlamda “yoktan yaratılış” teorilerinden ince bir çizgiyle ayrılmaktadır.Düşüncenin zihinde, dalgaların denizde olması gibi bütün evren de içindeki her şey ile birlikte Tanrı`dadır.

Sonsuz potansiyel "kendi içine" bakiyor…

             
Ibn Arabi, Füsus El Hikem isimli eserinde şunları söyler:


"Siyah bir ışık olan Allah, isimlerinin ve özündeki sırrın görülmesini, anlaşılmasını... istedi. Kendisinin bütün gizlerinin, bir aynadan kendisine bakar gibi, kendisine görülmesini arzu etti ve evren olarak tezahür etti......O, kendisini kendisine görünür kılmak için varoluşu ve insanları var etti.... Ruh dediğin şey de Allah'ı her şeyde görür çünkü bakan olgunun kendisi Allah'tır. O hem seven hem sevilen, hem arayan hem de bulan, hem bakan hem de görülen... Hiçbir şey O'ndan ayrı değildir, O her şeydedir. Bizim varlığımız onun varlığıdır."

              Bir suje olan “Ben”,  ancak “kendiliğim”den ayrı, “ben” olgusunun dışında ikinci bir nesne olduğunda yani dualite (ikilik) olgusu var olduğunda“bilinçli” yani o ikinci şeyin farkında ve bilincinde olabilirim. Bu ayrışmamış, dışında hiçbir şey bulunmayan sonsuz potansiyel de, ilk olarak (bu konu zamanla ilgili değildir ama anlatım kolaylığı açısından bu tip kelimeler kullanıyorum.) kendini, bilinç ve o bilincin nesnesi biçiminde 2`ye “bölerek” (dualite olarak tezahür ederek) anladığımız manada bir kozmik bilinç oluşturdu ve kendisinin “sonsuz potansiyel” olduğunun farkında oldu. Diğer bir deyişle sonsuz potansiyel, kendi yansımasına bakarak, kendisini görebildi ve kendisinin farkında oldu. Bu konuda “Peki bu potansiyel neden bilinç oluşturdu” ya da “Bu potansiyel neden sadece potansiyel olarak kalmadı” diye bir soru gelebilir. Tanrı sonsuz potansiyel ve sonsuz bilinçtir. Ancak (tezahür aşamasından önce) bilinçli değildir. Bunun farkını anlamak gerek. Tanrı, sonsuz bilinç potansiyeli olmasına rağmen, tezahürden önce yani uzay-zaman-boşluk-boyut-enerji aşamasından önce kendisinden başka, kendiliğinden başka hiçbir şey olmadığı için, "ayrışma" olmadığı için kendisinin ne olduğu hakkında bilinçsiz idi. Daha önce bahsettiğmiiz örneği yeniden yazarsak: Tıpkı doğası aydınlık olan ışığın, üzerinde yansıyacağı hiçbir şey (boşluk, nesne...) olmadığı zaman paradoksal olarak karanlık olması gibi. Tezahür sürecinin başlangıcı, Tanrı'ya ayna oldu. Her şeyi gören gözün kendisini görmek için aynaya ihtiyacı olması gibi. Tanrı da bizzat kendi içinde düalite haline gelerek, uzay-zaman-boşluk-evren........nihayet bizler olarak tezahür etti ve kendini bilip gerçekleştiriyor. Bu nedenle Sufiler, "Şu ana kadar Tanrı'ya en iyi ayna olan, insandır" demiştir. Ve bu nedenle Ibn Arabi ontolojisine göre insan çok önemlidir.

     Spiritüel Big Bang dediğimiz olguyla ilk " kendisi hakkında bilinçli olma" durumu Tanrılığın içinde bir enerji kıpırdanması ile “mekanik” olarak başlar ve tezahürün ilk aşaması olan zaman kavramı oluşur sonra boşluk, uzay, evren ve bizler. Bu "enerji Kıpırdanması" nın sebebi ancak şu şekilde açıklanabilir. Bu olguya biz Tanrı yahut sonsuz potansiyel diyoruz. Antik metinlerde "sınırsız potansiyel" de deniyor.  "Enerji" kavramı ya da "potansiyel" kavramı,  potansiyeli olduğu şeyleri açığa çıkarmayı ima eder. Eğer böyle bir olgu yoksa o şeye zaten "potansiyel" yahut "enerji" demezdik. Ancak ölü bir yığın derdik. Fakat o potansiyel/enerji, potansiyeli olduğu şeylere yani varlığa gebeydi. O her şeyi başlatan kıvılcımın da kıvılcımı olan "kıpırtı", bu nedenle yani sonsuz potansiyelin doğası gereği bir zorunluluk olarak öyle ya da böyle "zamansızlık içinde" bir "anda" başlamak zorundaydı. Başlamasaydı "potansiyel" "enerji" değil bambaşka, ölü bir "şey" olurdu o. Ancak doğası ve yapısı bu değildir.

Bir de şunu unutmamalıyız: Bu açıklamalar, aslında açıklanamayacak, kelimelere dökülemeyecek kadar gizemli ve olağanüstü olan bu olguyu anlayabileceğimiz gibi mantığa oturtmaktan ibarettir. Sadece mantığını anlamaya çalışmalıyız. Binlerce yıldan beri antik mistik metinlerin ve mistiklerin bize anlatmaya çalıştığı şey, evrenin ve bizim, Tanrı'ya ayna olduğumuzdur.

“Ben, gizli bir hazine idim bilinmek istedim ve beni tanısınlar diye mahlûkatı yarattım.” Kudsi Hadis  (Aclûnî. 2/132; Aliyu’l Kari. 273)

                Bu ünlü hadisin de bahsettiği “bilinmenin” ilk şartı özne ve öznenin farkında olacağı nesne olarak dualite şeklinde tezzahür etmekti. Sonsuz potansiyel okyanusu, ilk önce kendi içinde “aktivize oldu” ve kendi kendinin farkında olmayı istedi bu aşamadan sonra kendi içine baktı ve içindeki sonsuz potansiyeli gerçekleştirmek yani kendi kendini gerçekleştirmek için tezahür sürecini devam ettirdi ve böylece kendini özne/nesne şeklinde ifade ediş süreci devam etti.



                                        Potansiyelin özne ve nesne olarak tezahür etmesi

         Sonsuz potansiyel;  aynı anda bilen ve bilinen, gözlemleyen ve gözlemlenen, tanık ve deneyim olarak ya da bu şekilde “tezahür ederek” kendi kendisini tam anlamıyla “bilmeye başladi.”

Bu konuda, ünlü Upanishadlardan  Brihadaranyaka soyle der:

“Her şey, başlangıçta ayrışmamış bir bütünlüktü….Sonra ayrışmayla isim ve görüntü formları gibi göründü.  O, ‘Ben yaratılışın kendisiyim çünkü bütün bu evreni içimden yansıttım” diye düşündü ve her şey oldu….O ayrışmamış potansiyel, kendini bilmek, kendini ifade edebilmek için hiç değişmeden,  ilüzyon(maya) sayesinde, her bir görüntü ve form haline geldi böylece, ilüzyon nedeniyle, çok olarak algılandı…..Zaten her şeyi algılayan da yine O`ydu” (Brihadaranyaka Upanishad 1:4:5, 7, 10 – 2:5:19)

Tezahür sürecinde, ilk olarak “boşluk” yani uzay gözüktü çünkü potansiyelin açığa çıkması için çokluk ilüzyonu gerekliydi bunun için de boşluk… Sonra boşluğu zaman kavramı takip etti…

         O potansiyel, kendi içindeki sonsuzluğu, bilen ve bilinen; algılayan ve algılanan olarak, sürekli aşamalı bir şekilde üst seviyeye doğru yönelen bir biçimde yansıttı ve yansıtmaya devam edecek. Örneğin “Deneyimleyen” anlamında tezahürü açısından, önce bitkiler sonra hayvanlar şeklinde göründü, çok çeşitli canlılar oldu kendi kendisinin farkında olabilmek için… Kimi zaman dinozorlar gibi çıkmaz sokaklara saptı ancak nihayet, şu ana kadar en gelişmiş anlamda, insan olarak kendi kendini deneyimleyebildi. Şu ana kadar, en çok insan tezahürüyle kendine ayna olabildi/kendi içinde bakabildi. Ömer Hayyam bunu anlatabilmek için, üstün söz sanatını konuşturarak şöyle demiştir:

"Tanrı mineralde uyudu, bitkide düş gördü, hayvanda uyandı, insanda kendini buldu" Ömer Hayyam, Rubailer

İbn Arabi`nin öğretisinde de “insan”ın konumu ve önemi işte bu nedenle çok yüksektir:

"Bizim varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtacız, kendi nefsinin zuhuru için o da bize muhtaçtır…Senin özelliğin ne ise onun özelliği odur. Emir ondan sana olduğu gibi, senden de ona doğrudur…o bana ibadet eder, ben de ona ibadet ederim…Allah`ın, yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmez misin ? Peki ya O`nun aynı zamanda noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla da ortaya çıktığını? Canlıların da başından sonuna kadar O`nun sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratılanların sıfatları onun için hak olduğu gibi, onun sıfatları da bütün canlılar için haktır"  Ibn Arabi, Fusus El Hikem

      Konuyla dolaylı da olsa alakalı olduğu için, yeri gelmişken şunu da söylemek istiyorum. Evrim teorisi, sadece geçerli olmakla kalmayıp, bu mistik öğretinin hakkıyla anlaşılabilmesi için aynı zamanda gereklidir de.

         Çeşitli mistik metinlerde bu tezahür aşaması, potansiyelin/Tanrı`nın içinde ortaya çıkan bir rüyaya da benzetilir. Devam etmeden önce, Tanrı`nın bütün bu anlattığımız “tezahür” olgusu için neden “rüya” benzetmesinin kullanıldığına değinmek istiyorum. Rüya örneği aslında şunu anlamamıza yardımcı olmak için kullanılır. Tanrı`nın tezahür etmesinden ya da “dönüşmesinden” bahsederken, zihinlerimiz için çözülmesi çok zor olan bir paradoks oluşur. Çünkü bütün bu “aşama”lardan, “dönüşmelerden” bahsederken doğal olarak, o sonsuz potansiyelin kendisini modifiye ettiğini ve gerçekten de zamana bağlı olarak, dönüştüğünü başka şeylere dönüşüp potansiyel olmaktan çıkarak, gerçekliğe dönüştüğünü varsayarız. Halbuki bütün bu tezahürler, dönüşümler sonsuz potansiyelde hiçbir değişim yaratmadan ve zamana bağlı olmadan gerçekleşir. Yani O, kesinlikle hiçbir şeye dönüşmeden dönüşür. Kesinlikle, evrimle, zamana bağlı olmadan, aşamalı şekilde içindekileri yansıtır. Bunu anlamamıza yardımcı olmak için rüya örneği etkili olabilir. Buna göre, “ben”, “sen”, “o” ve bütün bu evren, sonsuz potansiyel okyanusunun yani Tanrı`nın içinde ortaya çıkmış bir rüyadır diyebiliriz. Hint metinlerinin dediği gibi “Evren Brahman`ın bir rüyasından ibarettir” Bu rüya durumu, “Tanrı`nın derin uykusu” şeklinde sembolize edilmiştir. Sonsuz potansiyel okyanusu, derin uykudaki Tanrı`dır. Tezahür aşaması ise, Tanrı`nın “rüya görme” aşamasıdır. Tıpkı bizim de derin uykuda bilinçsiz potansiyel olmamız, ancak REM aşamasında rüya görerek bilinçli olmamız gibi.

Sonsuz potansiyelin içinde ortaya çıkan “rüya”

         Öyleyse diyebiliriz ki, evren ve içindeki her şey, sonsuz zihin potansiyeli yani Tanrı`nın içinde ortaya çıkmış bir rüyadır veya düşüncedir. Zen ustalarının dediği gibi “her şey, büyük zihnin içinde ortaya çıkan bir düşüncedir.”

         Hepimiz bu hayali deneyimlemekteyiz. Fakat bu, bireysel olarak ayrı ayrı zihinlerimizde ortaya çıkan bir rüya değildir. Yani “bütün evren, benim bireysel zihnimin içindedir” şeklindeki bir düşünceye solipsizm denir ve tekçi felsefeden farklıdır. Rüyayı gören olgu (ya da içinde evren düşüncesi oluşan olgu) sonsuz potansiyel olan Tanrı`dır. Biz ise, Tanrı`nın gördüğü rüyanın içinde oluşan karakterleriz.  Bu potansiyel okyanusu, “rüyasında”  kendini biz ve evren olarak görmektedir.  Dolayısıyla “biz” dediğimiz şey, Tanrı`dan farklı değildir. Bu öğreti pek çok mistik sistemde vardır. Hintliler buna “Atman Brahman`dır” der. İbn Arabi şöyle der:

“Varlıkta O'nu gören, O'dan başkası değildir”

“Hakk'in belirmesi benim vücudumdadır. Bu nedenle biz Allah`a göre bir kap gibiyiz” (Ibn Arabi, Futuhat)

          Tanrı, aracılığımızla kendisinin farkına varmaktadır.  Hepimiz, hayal/rüya içindeyiz ama benzer şartlarda/evrende varız çünkü Tanrı`nın tek rüyasındaki karakterleriz, her birimiz, bu rüyanın farklı perspektifinde ortaya çıkan oyuncular gibiyiz. Sonsuz potansiyel Tanrı, kendisini herkes ve her şey olarak tezahür ettirmektedir ya da “yansıtmaktadır”  ve böylece kendini bilmekte, kendi içine "daha fazla" bakabilmektedir.

Çeşitli Yunan filozofları,  Tanrı`yı ve canlıları anlatabilmek için,  çember örneğini kullanmışlardır. Plotinüs, ünlü dokuzluklarında şöyle der:

            Tüm varlıklar, tek ana merkezde birleşen çeşitli merkezler olarak düşünülebilirler. Bu merkezler, kendilerinden çıkan çizgiler kadar çok sayıda görünürler ama yine de tüm bu merkezler bir birlik yaratırlar. Bu nedenle çeşitlilikleri içindeki bilinçli varlıkları tek merkezde birleşen çok sayıda merkeze benzetebiliriz.Bunların hepsi tektir çünkü aynı merkezi paylaşırlar ama merkezden çıkan çok sayıda yarıçaptan dolayı çok sayıdaymış gibi gözükürler.” Plotinus  Enneads 6.5.5         

                                           
            Çemberin ortasındaki siyah nokta, sonsuz potansiyeli yani Tanrı`yı simgeler. Noktadan çıkan oklar, Tanrı`nın içinden tezahür eden çeşitli yüzlerini yani canlıları temsil eder. Çemberin çevresi ise bedeni ve dış dünyayı simgeler. Sınırsız olan oklar, çemberin çevresinden yani dışardan bakıldığında ayrıymış gibi görünür ancak hepsi de tek olan noktadan çıkmıştır ve özde birdir.  Her bir ok, Tanrı`nın kendini deneyimlemesini simgeler. Sonsuz potansiyel olan Tanrı, birliğini bu sonsuz çeşitlilikteki zenginlik olarak ifade eder.

İşte, tasavvuf terminolojisini kullanırsak diyebiliriz ki, şeriat ve tarikat kapısında bulunanlar kendilerini çemberin çevresiyle özdeşleştirmektedirler. Yani birey, kendi bedeniyle duyguları ve düşünceleriyle diğerlerinden tamamen ayrıdır, teklik düşüncesi henüz yoktur. Marifet kapısındakiler ya da daha üst basamağa çıkmış olan inisiyeler, kendilerini oklarla yani psise ile özdeşleştirmeye başlar. Kendilerinin beden olmadığını, bedenin ve kültürel/biyolojik olguların, “ben” değil, “ben”in giydiği çeşitli elbiseler olduğunu idrak ederler. Hakikat seviyesine ulaşanlar ise kendilerini çemberin merkeziyle özdeşleştirirler. Çokluğun bir görüntü olduğunu, hakikatin ise teklik olduğunu… (Enel Hak)

          Hintliler bu durumu, yaşadığımız 3 gerçekliğe benzetirler: Derin uyku, rüya görme durumu ve uyanıklık hali. Derin uyku durumumuz, bilinçsiz sonsuz potansiyele benzer. Tek bilinç, kendini merkezin tam olarak ortasındaki noktaya çekmiştir ve biz de bilinçsizizdir. Uyanıklık durumunda bilinç, farkındalığı psiseler ve çemberin çevresi olan bedene kadar genişletir. Rüya görme halindeyken de sadece psiseye yani oklara kadar genişletir.

        
Özetlersek, tek bir bilinç, kendini herkes ve her şey olarak ifade etmektedir ve herkes/her şey, aynı bilincin kendini ifade etmesinden ibarettir. Yani varoluşun gizem potansiyeli, evren ve bizler olarak ortaya çıkıyor ve kendisini bu şekilde deneyimliyor/biliyor. Potansiyel içinde oluşan izlenimler "etki" ler (imprint), uygun (proper) bir "media" yani taşıt/kabuk/beden gerektiriyor ve sonsuz gizem/potansiyel/enerji, uygun bir araç / beden-zihin organizması şeklinde (proper media) tezahür ederek onunla özdeşleşiyor. Böylece gazlarla, taşlarla...vs başlayan bu süreç evrim ile nerdeyse tam bilinç de kazanarak insan olarak devam ediyor.

      Daha önce bahsettiğim gibi, aslında biz; bilinemez, tarif edilemez olanı, tabi ki kendi beyin seviyemize indirgeyerek anlatmaya, tarif etmeye çalışıyoruz. O nedenle "dediklerimiz nihai gerçeği aynen olduğu gibi tanımlıyor" diyemeyiz tabi. Ama bizim beynimizin anlamlandırabileceği bir şekilde tarif etmeye çalışmaktan başka da yapabileceğimiz bir şey yok. Bu konuda, en azından işin derininde yatan mantığı bir nebze de olsa sezebiliriz. Hiçbir mantık ve açıklama sunmadan "Allah'ın hikmetinden sual olunmaz" diyerek ya da "her şey kulluk etmemiz için yaratıldı" veya "her şey sınanmamız için yaratıldı" şeklindeki, ne kadar yanıt olduğu tartışmalı, ifadelerle yetinmek, "büyük resim" konusunda yanıt arayan herkesi tatmin etmeyebilir. İşte bu nedenle binlerce yıllık gizem geleneğinin yaptığı gibi, konuyu belli bir mantığa oturtmak çok daha makuldür. Tabi ki en nihai gerçekte / nihayetinde o, mutlak gizemdir.

                                                                      Ozan








İletişim:    mistikfelsefe@gmail.com

NOT: Bu yazı ve diğer tüm yazılar bana aittir ve hakları saklıdır. Kaynak göstermeden herhangi bir yazımı kopyalamayınız!



24 Mart 2012 Cumartesi

Hinduizm-Buddhism-Gnostisizm Benzerlikleri...

Not: Kitabım "Mistik Tanrı" Kitapyurdu sitesinde satışa çıktı! Aşağıdaki linkten satın alabilirsiniz.


Buddhizm, Hinduizm ve Gnostisizm arasinda benzerlikler kisaca/kabaca nedir?
Buddhizm ile Hinduizm (ve Gnostisizm) arasinda bilinc, ruh gibi kavramlar arasinda aslinda cok ince cizgilerle ayrilan bazi farklar vardir ve daha cok bu iki dinin mezheplerine gore bu farkin derecesi degisiyor.

Buddhizm ile baslayalim... Buddhizm`de yaygin deyise gore "Ruh yoktur" ancak "Ruh" kelimesiyle ne kastediliyor bu onemli. Tipitaka da denilen Pali Kanon ismindeki Buddhist yazilarinda neyin ruh olmadigindan uzun uzun bahsedilir. Yaygin inanisin aksine hicbir yerde basitce "Ruh yok" denmez ancak neyin ruh olmadigi uzerinde durulur. ("Not self" doktrini ya da "anatta" doktrini) Pali Kanon`a gore ornegin duygular ruh degildir, sevincler uzuntuler ruh degildir, akil ruh degildir, kisisel bir ruh yoktur cunku hayatta diger her seyden ayri kendi benligi kisiligi olan degismeyen bir varlik inanci yoktur. Her sey degisim halindedir. Bu doktrin de "anicca" yani gecicilik diye adlandirilir. Bu "not self" ya da anatta doktrini Buddha tarafindan, kendi zamaninda var olan, ruh hakkinda cesitli yanlis anlasilmalari ortadan kaldirmak icin ogretilmistir. Yani ruh; duygularla, hafiza ile akil ile zeka ile bir tutulmamalidir. Buddhizm`de buraya kadar Gnostisizmdeki ya da Hinduizm`deki o kavramlari reddeden ya da onaylayan bir sey yok...

Ancak Pali Kanon ismindeki Buddhist metinlerinden daha sonra yazilmis Mahayana Sutralari denilen Buddhizm`in Mahayana mezhebinin kabul ettigi yazilar vardir bir de. Iste ilk defa bu metinlerde "Buddha-dhatu" adi verilen her canlinin icinde var olan tathagatagarbha "Buddha dogasi" doktrini vardir. (Ozellikle tathagatagarbha sutralarinda) Bu kavram tam olarak Gnostisizmdeki o "tanik` "bosluk" ya da "gnosis" kavramlarini karsilar. Buddha dogasi, butun canlilarda var olan aydinlanma potansiyelidir ve kisinin en derin "ben"ligi kavramini karsilar. En azindan Mahayana Buddhizminde bu boyle yorumlanir. Ayrica Buddhizm`de Vijnanavada adi verilen "sadece bilinc" ya da “sadece zihin” okulu vardir ve gnostisizmdeki "bosluk", "bilinc" ve "tanik" kavramlari bu okulda “zihin” kelimesi ile ifade edilir. “Zihin” kelimesiyle Gnostisizmin “tanik” “bosluk” “bilinc” kavramlarinin anlattigi seyleri aynen anlatir.

Sonuc olarak diyebiliriz ki Buddhizm`in cesitli mezhepleri, gnostisizm ile hemen hemen ayni ogretileri ogretir ve kavramlari da gnostiklerin anlattigi seyleri anlatir ancak benzerlikler, araya diger Buddhist mezheplerinin ogretileri de karistigi icin, biraz sonuklesmis soluklasmistir. Ornegin gunumuzde ortalama bir Buddhist ya da Buddhizm`i batililara anlatan ortalama bir kitap, bu ince ayrintilar uzerinde durmayacak, Buddhizm`i kisaca “icinde Tanri ve ruh inanci bulunmayan ateist bir din” olarak tanimlayacaktir.

Hinduizm`de ise kaynagini Upanishad`lardan alan Advaita Vedanta yani monist okul (ki en koklu, eski, otantik ve kutsal yazilara en cok bagli felsefi Hindu okuludur) Gnostisizm ile o kadar benzerdir ki cesitli arastirmacilar "acaba Gnostikler Hint metinlerini bir sekilde alip okudular mi" seklinde dusunduler.

Advaita Vedanta`daki Atman, kisiliksiz ve her canlilda bulunan ortak bilinctir, sadece bir tane Atman vardir. Ancak bu Atman, tek olan ayin denizlerde ve sularda yansimasi ve cok sayida gorunmesi gibi, cok sayida gorunur daha dogrusu “sanilir”. Bu Atman kisiliksizdir ve diger her kavrami isigiyla aydinlatir yani denilebilir ki her seyin kaynagidir. Her sey butun gucunu ve isigini Atman`dan alir. Ancak Atman icteki taniktir, duygulardan etkilenmez, sadece izler gozler. Tekrar etmek gerekirse bu ruh yani Atman taniktir kisilik ozellikleri yoktur herkesin icindedir ve herkeste aynidir. Upanishadlar`da bulunan “Atman=Brahman” gorusu unludur. Yani bu, icte herkeste bulunan ortak tanik, Tanri`dir. Buna Brahman/Tanri denir ancak bu Tanri sonsuz gizem olan, sifata sahip olmayan kisiliksiz bir Tanri`dir. (“Nirguna Brahman”) Yani Atman, Gnostisizm`deki “bilinc” “tanik” ya da “ruh” ile ayni seydir.

Upanishad`larda “herkeste Atman`i o birligi ve Atmani`i herkeste gorebilen biri aydinlanmistir” denilir. Yani Tanri`yi herkeste ve herkesi de Tanri`da gormek….

Her seyde var olan Atman doktrini cesitli Gnostik metinlerde de aynen anlatilmistir. Mesela “Trimorphic Protennoia” isimli Gnostik metin nerdeyse bir ‘Upanishad” sayilabilecek kadar Upanishadlarla benzerdir. Bu Gnostik metin soyle der:

“Ben Protennoia, ışığın içinde yaşayan düşünce, herkesin ve her şeyin içindeki devinim, görünmeyenin içindeki tarifsiz yankı ve düşünce. Ölçülemez şeylerde ve kutsallarda tanımlanabildim ben... Anlaşılamazın içinde yaşayan anlaşılamazım ben, nefes alıp veren ya da vermeyen her şeyin içinde varım orada hareket ediyorum işte, ben her şeyin içindeyim, her şeyin içindeki görülmezliğim ve ben her şeyim...Sessizce fısıldayan ses, sessizliğin içindeki sonsuz ışık, bilincin içindeki tohumum, herkesin en derinlerinde saklıyım ben"

Bu atman denilen sonsuz gizem olan Ruh, nesnesi olmayan sonsuz bilinctir. Tezahur etmeden bilinc sahibi olamaz. Nasil ki isik ancak uzerine yansiyacak bir sey oldugunda aydinlatma niteligine sahip oluyor Atman da ancak ozne nesne algilayan ve algilanan olarak tezahur edince bilinc sahibi olur. Atman, butun canlilarda ve her seyde lokalize olmus bilinctir. Ve Atman, evren ve canlilar araciligiyla bilinc sahibi olur. Yani Işığın ancak üzerinde yansıyacak bir şey olduğunda aydınlatma niteliğine sahip olması gibi, sonsuz gizem ışığı Tanrı da sonsuz evren şeklinde tezahür ederek sonsuz sayıda canlı bilincinin üzerinde yansıyıp aydınlanan ışık oldu.

Herkeste ortak olan bu tanik, bardak ters cevrilip icindeki havanin orada kalmasi ve degismesi gibi, bedenlerde kendine bir ego kurar daha dogrusu kendini ozdeslestirmeye baslar.

Ayni anlatim Gnostisizm`de emanasyon ogretisinde bulunur.

Ozetle Gnostisizmin ile Hinduizm`in (Advaita Vedanta) ve bir olcude de Buddhizm in bilinc ruh bosluk kavramlari aynidir, ogretis icin metod da aynidir (Gnostisizm de hakikatler inisiyelere ogretilirdi, Upanishad lar da “gizli bilgiler” dir ve inisiyelere ogretilir)


Yukarida yazdiklarim, genel anlamda Hinduizm ve Buddhizm icin gecerlidir. Ama ornegin Hinduizm`de bir de (aslinda Hinduizm`de olup olmadigi tartisiliyor) cok sonralari (taa islamdan sonra), islamdan ve hristiyanliktan etkilenilerek kurulan (Madhva nin kurdugu) Dvaita okulu vardir. Bu okulun gorusu Advaita`nin tersidir ve gnostisizm ya da Upanishadlar ile de bagdasmaz. Ruh kisiliksiz bir tanik degildir, tam tersi kisinin "kisiligine"de sahip olan bir varliktir her canlida baska baska ruhlar atmanlar vardir her ruh/atman farklidir bu ruhun Tanri ile de uzaktan yakindan ilgisi yoktur Tanri kisiliksiz sifatsiz degil islam ve literalist hristiyanliktaki gibi kisilikli ve sifatlidir.(Saguna Brahman) Insan ruhu asla Tanri degildir, Tanri`da ozumlenme onunla bir olma diye bir sey kufurdur...vs..vs Yani doktrini islam ve literalist hristiyanlikla hemen hemen aynidir tek fark, bu okul "madde de yaratilmamistir, sonsuzdur" der.


Cesitli Buddhist ekollerle Hindu Advaita`nin ne kadar benzer oldugunu, hatta tamamen ayni seyi ogrettigini, asagidaki gibi deyisler bize acikca gosteriyor. Cesitli Buddhist okullari da Hinduizmin Advaita`sindaki, her sey olan her seyin icinde, herkeste ayni ve bir olan kisiliksiz, tanik "Atman" i ogretmektedir. (Anatta doktrini ise daha cok Theravada tarafindan savunulur ve herkeste ayri olan, duygularla, dusuncelerle...vs ozdeslestirilen, "kisilik sahib" bir ruh/Atman kavraminin reddine dayanir)

Bir Buddhist ustadan:

"Tüm Buddhalar ve insanlar tek bir zihinden başka bir şey değil. Onun dışında hiç bir şey yok. Bu zihnin başlangıcı yok, doğumu yok, ölümü yok. Ne yeşil ne sarı, biçim ve görünümden uzak, ne varlık ne de yokluk denilebilir ona. Tam burada, olduğu gibi ama daldan dala atlayan düşünceler üretildiğinde hataya düşersin. Sınırsız bir boşluk gibi, ölçünün ve hesabın ötesinde. Bu tek zihin bizzat Buddha'dir ve Buddha ile insanlar arasında bir fark yoktur. Ancak insanlar harici biçimlere bağımlıdır ve kendilerini dışarıda ararlar. Ne kadar kovalarsan, o kadar elden kaçırırsın. Sen umutsuzca bir "Buddha"yı arayan bir Buddha'sın. Zihin, zihne tutunmaya çalışıyor. Tüm çabanla sonsuza dek dene, asla kavuşamayacaksın. Birbiri ardına açılan düşüncelerini biraz dinlendir ve boş kaygılarını bir kenara bırak, işte Buddha karşında apaçık duruyor."


Devam etmeden once Taoizm konusuna da kisaca deginmek istiyorum boylece Taoizm`i de katmis oluruz kiyaslamaya...

Taoizm`de, en azindan Tao te Ching, Lieh Tzu gibi metinlerden okudugum kadariyla Gnostik metinlerdeki ya da Upanishadlardaki kadar acik bir felsefe yok. Yani direkt olarak panteizm`den ya da “herkesin her seyin icindeki o ruh/Tanri/Tanik” tan ya da bunun ayniligindan veya su ana kadar konustugumuz kavramlardan bahsedilmiyor. Ancak zaten Cin felsefesinin mizacina ters olurdu bu kadar acik bir sekilde verilseydi kavramlar… Bildigimiz gibi Cinliler, cok az kelimeyle cok sey anlatmayi sever. Biz, biraz yorumla da olsa, benzer kavramlara belki ulasabiliriz. Ornegin Taoist metinlerde her seyin kaynagi olan bir olan (aslinda tum olan) ve kisiliksiz oldugu ima edilen Tao denilen bir kavramdan soz ediliyor. Bu kavram, bizim bahsettigimiz herkesin icindeki tanik i anlatiyor olabilir. “Wu wei” denilen ve genelde eylemsizlik olarak cevrilen kavram da aslinda “ben” duygusunu asarak dogayla yani Tao ile uyumlu hareket etmenin gerekliligini anlatiyor olabilir. Ancak Taoizm`in nihai anlamda “dualist” oldugunu sanmiyorum. O da Gnostisizm gibi en sinir/uc noktada monisttir.( Yani her seyin tanigin icinde potansiyel olarak var oldugu teklik noktasinda) Ying ve Yang de birbiriyle kiyaslanan zit kutuplarin nasil da birligi mukemmel bir sekilde tamamladigini ya da olusturdugunu anlatiyor. Dedigim gibi biraz yorumla da olsa, Taoizmin de Advaita oldugu soylenebilir. Taoist metinlerde gnostisizm ya da Advaita felsefesiyle bagdasmayan herhangi bir sey okumadim su ana kadar.

Devam Edecek...

                                                                                                              Ozan

Cesitli Sorular...

Soru: Ruh/Atman/Nirguna Brahman sadece bir tanık ise başlangıçta nasıl olur da kendini bilmeyi ister? Yani kişileştirilemeyecek birşey kişileşmeyi istiyor sanki?Bilinçsiz bilinç evvela kendi hakkında düşünüp kişileşiyor ve Sophia oluyor, ondan sonra kaçınılmaz olarak ego da ediniyor ve Demiurg ortaya çıkıp evreni getiriyor. Demiurgun öncesinde, Sophia'nın ortaya çıkışını bu kişiliksiz ve bilinçsiz bilinç nasıl arzuladı, düşündü?

Yanit:

ilk once bu tezahurun nedeni konusunda ne anladigimi yazip sonra da bunu Gnostisizm icin uyarlayacagim. “Isteme” ifadesini konu daha rahat anlasilabilsin diye kullanmistim. Ortada “kisilik” sahibi olup da istenen arzulanan bir durum yoktur, her sey bu sonsuz gizemin/bilincin dogasi icindedir. Bu bilinc dogasi geregi tezahur etmek durumunda kalmistir istemek degil de dogasi icinde bir zorunluluktan soz edebiliriz. Ortada bir “istek” ya da bir “keyfiyet” yoktur. Nasil ki gunes, “istedigi” icin degil kendi dogasi o oldugu icin isi ve isik veriyor, yani isi ve isik gunesi gunes yapan unsurdur, ayni sekilde Sonsuz gizem “istedigi” icin degil dogasi yani zorunluluk sonucu tezahur etmistir ve bu da Tanri`yi Tanri yapan unsurdur. ("Tezahur" yerine "bu bilincin icinde ortaya cikan ruya" da diyebiliriz, ayni seyi anlatiyor) Gunesin isi ve isik vermesi gibi, Tanri`nin icindeki sonsuz potansiyel de “dogasi icabi” aciga cikmistir. Icindeki her seye donusmeye hazir olan sonsuz potansiyelin aciga cikmasi, suphesiz sonsuz bir gizemdir ancak bunun istek ile ya da”kisilik” ile ilgisi yoktur, dogasi icinde bir zorunluluk olmasi ile ilgisi vardir. Cunku ancak ikilik oldugunda ayristirmaya dayali bilinc olusur, sonsuz potansiyel aciga cikar. Sonsuz potansiyeli icinde barindiran bu gizem, icindeki latent halde varolan sonsuz bilme/bilinc olgusunu ozne ve nesne haline gelerek/bu halde tezahur ederek gostermistir. Yani icinde her sey butun ihtimaller/olasiliklar ve sonsuz bilinc potansiyeli aciga cikmis, ozne/nesne, obje/suje, algilayan/algilanan olarak tezahur gerceklesmistir. Buna “spiritual big bang” de denir. Bu paradoksal, nesnesi olmayan sonsuz bilinc, icindeki sonsuz potansiyelin aciga cikmasiyla “omkara” diye adlandirilan “ I am” olmus ve evren/canli tezahuru gerceklesmistir.

Burada yazdiklarim Gnostisizme de uyarlanabilir. Aslinda butun bu yazdiklarimiz anlattiklarimiz ve Gnostisizmdeki Sophia ve Demiurge anlatimlari/mitleri de mantigimizi bir nebze olsun yatistirmak icin anlatilamayani bir nebze olsun anlatabilmek icin olusturulmustur. Cunku zihnimiz her seyi geriye goturmeye calisir, geriye gittikce daha bulaniklasiriz ve aciklamalar paradoksal hale gelmeye baslar. Ben soyle dusunuyorum. Gnostisizm`de Sophia`nin olusmasi yukardaki paragrafta anlattigim Omkara (I am) olgusunun olusmasiyla esdegerdir. Yani o sonsuz gizem noktasi/kisiliksiz sonsuzlugun, her seye donusmeye hazir sonsuz potansiyel halinde olma durumuna Sophia denir. Iste bu sonsuz potansiyelin, istekle keyfiyetle alakasi olmadan tamamen dogasi geregi (yukarda gunes ve isi/isigi ornegindeki gibi) evren ve canlilar olarak tezahur etmesi/gorunum kazanmasi da “Demiurge” kelimesiyle ifade edilir ve bu kelime, iluzyonun geregi olan acilar dunya hayati ve kotuluk probleminden dolayi bir olumsuzluk kazanmistir.


Bu aciklama tam olarak anlasilmazsa soyle bir soru gelebilir: “Bu sonsuz bilinc/potansiyel bu kadar aciz mi ki tezahur etmek zorunda illa ki yani bilinc kazanmak icin de canlilara ihtiyac duyuyor?” Bu sekilde bir soru aslinda konuyu anlamamaktir cunku Tanri (ya da tanik) kendisi disinca bir seye ihtiyac duymuyor, ondan baska bir sey yok. Bu soru suna benzer: “Bu dahi profesor, bu kadar aciz mi ki zekasina ihtiyac duyuyor hayatta?”. Yani ozetle butun her sey: evren, biz, egolar, iyilikler/kotulukler, uzuntuler sevincler…vs istek olmadan, bu ozde kisiliksiz bilincin/tanigin sonsuz potansiyeli icinde ortaya cikmis bir ruyadir diyebiliriz.


Soru: Eğer ruh/Atman, her birimizdeki kişileştirilemeyen ve ortak tanık ise ve bir ise, reenkarne olan baska baska ruhlar da ne oluyor? Bedenden bedene gecen insan ruhlari ne oluyor? Bu celiski nedir?

Yanit:
Reenkarnasyon doktriniyle bu kisiliksiz tanik olan ruh olgusu aslinda celismiyor cunku yeniden beden alarak gelisen kendini gelistiren sey tabi ki atman yani bu “tanik” degildir. Bedenden bedene girerek farklilasan egoya sahip olan sey diger insanlarinkinden ayri olan sey de atman yani bu tanik degildir. Sadece lafin gelisi “ruh beden aldi” …vs denir. Hinduizm`de "Suptil beden" seklinde bir kavram vardir. (Ya da daha bilinir ifadesiyle "Astral beden") Bu konuyla ilgili Advaita felsefesine girdigimde daha detayli yazacagim. Iste bedenden bedene giren sey “`astral beden` ve beraberinde tasidigi yatkinliklar, akil, egilimler ve kisilik ozellikleridir” denir. (Hafiza cogunlukla bedenden bedene tasinmaz, sadece cok ani istisnai olumlerde tasinabilir ve kisi bu durumda cocukluk doneminde gecmis hayatini hatirlayabilir) Yani o tanik hep vardir ve diger her seye gucunu verir ancak kendisi herkeste ve her bedende aynidir. Ayrica kisinin (Yani astral bedene, egoya, egilimlere….vs sahip olgunun) ne ve nasil bir hayat yasayacagi , Tanri denilen bir iradenin karismasi olmadan tamamen kisinin kendi iradesiyle olusur. (Onceki hayatlar) Yani kisi kaderini yine kendisi yazmaktadir.

Soru: Astral beden bir nevi ruh mudur kisilik sahibi midir? Gnostisizmdeki psise ye mi karsilik gelmektedir?

Yanit:

Astral beden denilen sey aslinda reenkarnasyon asamalarinda hayatlar arasinda bir bag oldugunu anlatmanin baska bir yolu. Yani herhangi bir anlamda bir “ruh” degil de, kisinin yasadigi hayatlar arasinda baglantiyi saglayan bir ilke. Kaba bedenin daha suptil hali denilen Astral bedenin de kisiliginin olmadigi soylenir, yani o sadece egilimleri, oz olarak var olan yetenek potansiyellerini, kavrama becerisini, kisinin mizacini belirleyen oz halindeki etkileri, yatkinliklari bir sonraki karaktere tasiyan bir kanun/ilkedir. (Hafiza cogunlukla tasinamaz) Kisilik, hafiza…vs beynin bir ozelligidir dogru ancak astral bedenin tasigi bu tohumlar beynin belli, spesifik bir hale gelmesini saglar.


Psise, astral bedene karsilik gelmiyor. Advaita sisteminde Psise ancak deneyim yasayan Atman`a yani Tanri`ya karsilik geliyor yani bir eylemi ifade ediyor. Aslinda Psise, tam olarak Jivatman (bireysel ruha) karsilik geliyor ancak Advaita sisteminde Jivatman bir yanilsama, oyle bir varlik yok. Deneyim yasayan ve kim oldugunu unutan varliga jivatman (bireysel ruh) deniyor tanimlamak acisindan. Yani diyebiliriz ki Gnostisizm`deki o “psise” ifadesinin Hinduzim`deki karsiligi deneyime tanik olmakta olan Atman/tanik tir. Psise bir eylemdir.


Soru: O halde Hindu Advaita`sina ve Gnostisizme gore nasil yasamaliyiz?
Yanit:
“Aydinlanmis” ya da “gnosise erismis” insanin nasil yasamasi gerektigi Sufi ustadlarinca soyle dile getirilmis “Dunyada ama dunyadan olmamak” Bu ne anlama geliyor? Dunyada dolu dolu yasamak ama onun icine batmamak. Nasil ki sinemaya bir filme gittigimizde kendimizi filmden zevk alacak kadar kaptiriyoruz hatta fazlasiyla kaptiriyoruz, yani ondan zevk alacak kadar kendimizi birakiyoruz ama gercek olmadigini da bilecek kadar icine batmiyoruz, onu bir gozcu olarak izliyoruz, hayati da oyle yasamaliyiz. Eski metinlerde soyle denilir “Ne asiri sevinmek, ne asiri uzulmek” Hayatin icine batmadan yukardan izler ve izlerken ondan keyif alir gibi, kendi hayatimizi bir film izliyormuscasina izler gibi yasamak... Hepimiz ayni filmin/ ruyanin icindeymisiz de tek bir gozle(ortak bilinc) butunu izliyormuscasina yasamak… Sen/ben yok “biz” variz bu sekilde baktigimizda “bizdeki ortak bilince gore” hareket etmis oluruz. Bu sekilde ego, bizi diger seylerden ayiran ve gitgide iyice yalitilmamiza neden olan benlik “benim o/ benim/ bana ait” kavramlari, torpulenmis olur.

                                                                                                                  Ozan

3 Mart 2012 Cumartesi

KÖTÜLÜK PROBLEMİ

Not: Kitabım "Mistik Tanrı" Kitapyurdu sitesinde satışa çıktı! Aşağıdaki linkten satın alabilirsiniz.



"Karşıt kutuplar olmadan gerçeklik olamaz" - Carl Gustav jung



Uzakdoğu sistemlerinde ve genel olarak gizem kültlerinde bireysel açıdan, göreli gerçekliğe göre olan kötülük problemi, karma yasası ilkeleri ile açıklanır. Ancak genel anlamda "kötülük" dediğimiz şey, tezahürün doğal ve zorunlu bir sonucu olarak ele alınır.

Kötülük konusuna çeşitli açılardan bakılabilir. Denilebilir ki nihai noktada / nihai gerçeklikte iyilik ya da kötülük diye bir şey yoktur çünkü bu kavramlar ancak uzay/zaman düzleminde ve ancak başka şeylerle ve birbirleriyle kıyaslanarak anlam kazanmaktadır. Ancak madem ilüzyonun yanı dünyanın/rüyanın içindeyiz tezahür eden, görünen her şeyle muhatapız o halde iyilikle ve kötülükle de muhatapız demektir.

Aslında kötülük "evil" olgusu o kadar derindir ki ucu "Tanrı neden yarattı" ya da daha doğrusu "Tanrı neden tezahür etti" ye kadar gider. Tanrı ayrışmamıştı ama ikiliğin nerden çıktığını bilmek gerekir. Dünyaca ünlü psikanalist Carl Jung’ın şöyle bir söz vardır: "no reality without polarity" yani "karşıt kutuplar olmadan gerçeklik olmaz" sonsuz bilinç yahut sonsuz potansiyel, çokluk olarak tezahür ettiğinde ki biz bu sürece Maya diyoruz, özne ile nesne ikiliği ortaya çıktı, çünkü dünyada bizim bilinç dediğimiz şey özne ve nesne ikiliğiyle mümkün olur, bizim bireysel ruh dediğimiz ve ilüzyon dünyasında yanılsama olan “Jivatman” da bilincin ayrı olarak özdeşleştiği çok sayıdaki öz imgeler olarak nesnelleşen Bilinç/potansiyeldir ve yanılsamadır, Maya'dır. ikilik yoksa, algılayan-algılanan, obje-suje yoksa bilinç de yoktur, işte genel anlamda bu ikiliğin içinde aslında düşünebileceğimiz bütün ikilikler var olmak zorundadır, iyi, kötü, güzel çirkin. Acı tatlı, uzun kısa… özne nesne ikiliğinde her ikilik saklıdır yanılsama dünyasında iyi diye bir kavram ortaya çıkınca bunun karşıtı olan bir kavram da ortaya çıkmak zorunda olur, bu dünyanın daha doğrusu dünyada bilinç dediğimiz şeyin bir gerçeğidir, yasa gibi bir olgudur, dünyada merhamet diye bir kavram ve eylem var, bir köpeğin kedi yavrularını beslemesi gibi, öyleyse bunun karşıtı acımasızlık ve vahşet de olmak zorundadır aslanın geyik yemesi gibi, bu mekanik olarak ortaya çıkan bir sonuçtur çünkü ikisi de birbiriyle ilişkilidir yani iyilikle kötülük birbiriyle ilişkilidir, biri olmadan ikisi de dolayısıyla bilinç de yok olur gider. Biri diğerine mecburdur. İyilik kavramı kötülük olmadan, merhamet kavramı gaddarlık olmadan ortaya çıkamaz çünkü bu kavramlar hep birbiriyle kıyaslanarak zihinde oluşan olgulardır. Bu ikilik olgusu öyle önemli ki hemen hemen her uzakdoğu felsefesi kültüründe üzerinde durulmuştur örneğin Çinliler de Ying Yang felsefesi ile açıklar bunu.

Dikkat edilirse dünyada bilincin özü çalışma prensibi ayrıştırmaya dayanır, ben diğerleri, güzel çirkin benim için iyi benim için kötü..gibi. Kavramlar ancak birbirleriyle ilişki içinde kıyaslanınca anlam kazanır: İyilik olmadan kötülük kavramı ya da eylemi, kötülük olmadan da iyilik kavramı ya da eylemi düşünülemez, eğer düşünülebilirse ilüzyon dünyasında bilinç dediğimiz şey paradoksal olarak yok olur zincirleme olarak parçalanır gider, Maya yok olur, bilinç yok olur, tezahür yok olur dolayısıyla dünya hayatı diye bir şey ortaya çıkamazdı… İkilik doğal olarak ortaya çıkan bir şeydir. Bir olan iyi olandır ama o çokluk olarak tezahür edince ikilik, karşıtlık ve kötülük ortaya çıkar bütün bunlar Tanrı’nın çokluk olarak tezahür etmesinin yanı Maya nın/ilüzyonun bir sonucudur ve dünyadaki obje suje, algılayan algılanan ikiliğine dayalı bilinç ve kavram oluşumu için gereklidir.

Bu olguyu anlatan mistik metinlerden biri Tao Te Ching'tir. Şöyle söyler: "Güzeliği 'güzellik' olarak bilince çirkinlik ortaya çıkar. İyiyi 'iyi' olarak bilince kötülük ortaya çıkar. Varlık ve gayrivarlık birbirini oluşturur, kolaylık ve zorluk birbiriyle ortaya çıkar, uzunluk ve kısalık birbirleriyle belirlenir, ön ve arka birbirini takip eder.."Gnostik metinlerden Philip İncili şöyle ifade eder:

"Işık ve karanlık, yaşam ve ölüm iyi ve kötü, sadece birbiriyle ilişki içinde var olan ve birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı olan olgulardır" (Philip İncili)

Tanrı bir kişi olmadığı için ya da çeşitli dinlerin düşündüğü şekilde, insan gibi kişilik sahibi olmadığı için, onun iyilik - kötülük, merhametli olma - gaddar olma...vb kavramlardan aslında yoksun olduğunu yani nötr olduğunu ancak bu iyilik ve kötülük gibi kavramların sonsuz potansiyel olan Tanrı'nın içinden çıktığını (tıpkı bir rüya gibi potansiyelin içinde göründüğünü) unutmamalıyız. En rezil kötülüklerden birini düşünelim örneğin: tecavüz ve en yüksek iyiliklerden birini düşünelim, adeta "melekler" gibi iyi olmayı... "Tecavüz" kavramı "melek kadar iyilik yapma" kavramı tecavüzü görüp bundan bizim gibi tiksinti duyma kavramı hepsi ama hepsi sonsuz potansiyelin, o tek ruhun içinde oluşan görünümlerden ibaret. Tıpkı bizim rüyada hem güzel şeyler görüp sevinmemiz hem de rezil şeyler görüp tiksinti duymamız gibi. Halbuki hepsinin kaynağı biziz. Ancak "biz" denilen şey rüyada gördüğümüz iyi ya da kötü olguların çamuruyla kirlenmez.

Ozan

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Mistik Yaratilis (Hinduizm)

Kitabım "Mistik Tanrı" Kitapyurdu sitesinde satışa çıktı! Bu blogtaki yazılar hoşunuza gittiyse kitapta çok daha fazlasını bulacaksınız! Aşağıdaki linkten satın alabilirsiniz:






Eski bir Hindu Puranası der ki “Her şey, Brahman`ın bir rüyasından ibarettir”

Bu konuda, ünlü Upanishadlardan Brihadaranyaka ise şöyle der:

“Her şey, başlangıçta ayrışmamış bir bütünlüktü….Sonra ayrışmayla isim ve görüntü formları gibi göründü.  O, ‘Ben yaratılışın kendisiyim çünkü bütün bu evreni içimden yansıttım” diye düşündü ve her şey oldu….O ayrışmamış potansiyel, kendini bilmek, kendini ifade edebilmek için hiç değişmeden,  ilüzyon(maya) sayesinde, her bir görüntü ve form haline geldi böylece, ilüzyon nedeniyle, çok olarak algılandı…..Zaten her şeyi algılayan da yine O`ydu” (Brihadaranyaka Upanishad 1:4:5, 7, 10 – 2:5:19)

Hint sisteminde gerçekliğin de katmanları vardır. Nasıl ki rüyamızda yaptığımız ya da hissettiğimiz bir şey, rüyamızdayken gerçek uyandığımızda değilse, Hinduizm`e göre yaratılış da dünya gözüyle yani Maya / ilüzyon aracılığıyla bakılınca gerçek, ilüzyondan ayrı bakılınca yanılsamadır, aşağıdaki yazım, Maya yani ilüzyon gözünden bakılınca İsvara`nın (Tanrı`nın) durumunu / yaratısını /tezahürünü anlatır. Hinduizm`de bu olaya "Nihai gerçeklik" olarak bakıldığında ise, ortada yaratılış falan yoktur, sadece sonsuz Brahman vardır. Aşağıdaki yazı "rüya"nın dışından değil içinden bakılarak yazılmıştır:

Ortadoğu dinlerinde (Musevilik, Hristiyanlık ve İslam) “yaratılış” kelimesi ile kastedilen, Tanrı’nın belirli bir zamanda kendinden tamamen ayrı olarak yoktan var ettiği maddesel dünya/evrendir. Tanrı bu dinlerde, belli bir zamanda “ol” demiştir ve 6 günde dünyayı, güneşi, göğü ve yeri yaratmıştır. Bu sürece ilişkin başka bir ayrıntı verilmez yalnızca Tanrı’nın “ol” emriyle birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü...vs günlerde yarattığı göksel maddelerden, “yerin ve göğün” yaratılışından bahsedilir. Bu üç dinde de bu konuda ortak nokta, yaratılan bütün bu evrenin Tanrı’dan tamamen ayrı olmasıdır, Tanrı yarattığı şeyleri yönetir kontrol eder ancak yarattıklarıyla kendisinin hiçbir ilgisi yoktur, kendisi yarattığı evrenden tamamen ayrıdır.

Hint anlayışına göre ise Tanrı her yerdedir ve her şeydir, Tanrı evrendir ama evrenle sınırlı da değildir, evrenin çok ötesindedir ayrıca. (Panenteizm) Tanrı her bir atomun içindedir, Hinduizm’deki ünlü deyiş “Evren ilüzyondur” ifadesinin anlamlarından biri de bununla ilgilidir, aslında evrende Tanrı’dan başka hiçbir şey yok ama ilüzyon,/Maya sonucu maddeyi görüyoruz, algılıyoruz örneğin nasıl ki tırnak makası demirden başka bir şey değilse evren de Tanrı’dan başka bir şey değildir, “tırnak makası” kavramı sadece isimdir, zihinde vardır, demirin dönüşümünden ibarettir gerçek olan onun “demirden başka bir şey” olmamasıdır yanıltıcılık isimlerde ve kavramlardadır. Aynı şekilde evren de Tanrı’dan başka bir şey değildir ama aynı demirin “evrimleşerek” tırnak makasına dönüşmesi ve demirden başka bir şeye dönüştüğünün düşünülmesi gibi, Tanrı’dan özde hiçbir farkı olmayan Tanrısal enerjiler de evrimleşerek madde dünyasını oluşturmuştur ve ilüzyon sonucu Tanrı’dan başka bir şey olduğu düşünülmektedir, buna bağlı olarak da bu ilüzyondan etkilenen zihin yanılgıya düşer. Evrendeki hiçbir şey Tanrısız değildir, her şeyde Tanrı vardır, Tanrı olmayan bir şey kısır bir kadının çocuğu gibi bir “hiçlik”ten öteye gidemez. Dolayısıyla Hinduizm’deki “yaratılış” kavramı ortadoğu dinlerindekinden oldukça farklıdır. Aslında bütün bunların ötesinde, olaya "nihai gerçeklik" boyutundan baktığımızda, Tanrı`yı/sonsuz potansiyeli,  sonsuz bir hamura benzetebiliriz. Hamurun çekilip içine bastırılmasıyla üzerinde ortaya çıkan sınırsız sayıda şekiller/biçimler şeklin içindeki şekiller...vs dir evren ve bizler...

Hint sistemine göre evrendeki her şey, bilinçten enerjiden oluşmuştur, madde de “bilincin” dönüşümünden ibarettir, bilinç her yerdedir, dağda, taşta ormanda, nehirlerde, okyanuslarda..

“Yaratılış” kelimesiyle kastedilen olgu, Tanrı’nın değişik şekilde tezahür etmesidir veya Tanrı’nın çeşitli enerjilerinin yayılması, dönüşümü değişimi veya evrimidir.

Hindu kutsal metinlerinde yaratılış ile ilgili pek çok anlatım ve ayet vardır, bunlardan bazıları daha detaylı bazıları üzeri kapalı bazıları sembolik bazıları da masalsıdır, Rig-Veda’da bu son derece detaylı konuya giriş niteliğinde şöyle denir:

“Başlangıçta ne varlık vardı ne de yokluk...
Ne hava vardı, ne de onun ötesindeki gökyüzü
Bir kımıltı mı? Nerede? Hangi örtünün altında? Kimin himayesinde?
Dipsiz suların sonsuz derinliği mi yoksa?

Ne ölüm vardı o zaman ne de ölümsüzlük.
Ne de gündüzü geceden ayıran bir işaret.
Ama Bir O vardı, soluk olmadan soluyordu kendi iç gücüyle
Başka da bir şey yoktu.
Karanlıklar içinde karanlıklar dururdu;
Boyutları olmayan bir deniz gibi;
Mümkün olanı hala biçimlendirmemiş bir boşluk,
Ta ki Sıcaklığın gücü Tek olanı yaratana dek.

O zaman, o Tek olanda, Arzu kıpırtıları varlığa dönüştü,
Ruhun ilk tohumudur Arzu.
Bilgelikle gönüllerinde araştırma yapan ermiş kişiler
Keşfettiler varlığın yokluktaki bağlantısını.
Belli belirsiz bir çizgi varlığı gayri varlıktan kesip ayırdı
Ne vardı orada onun üstünde?
Tohum verenler ve güçler oradaydı;
Altta serbest enerji; üstte hızlı eylem.”

Rig-Veda’da ayrıca Kozmik can’dan (Purusha) ve bu canın var olacak her şey olmasından, bölünmesinden ve böylece mevcut var olan her şeye dönüşmesinden bahsedilir.


Satapatha Brahmana’da bu kozmik cana “kozmik yumurta” denir ve onun yarılmasından söz edilir, Bu Brahmana’da bu gibi anlatımların yanında daha sembolik ve masalsı anlatımlar, örneklendirmeler de bulunur.


Çeşitli Upanişad’larda sembolik anlatımın üzerine, bu durumun kozmolojik, felsefi/psikolojik yönlerine değinilir.

Bhagavad Gita’da Tanrı ve enerjilerinin yapısı açıklanır, Srimad Bha g ava ta m’da evrenin yaratılışı konusuna son derece ayrıntılı olarak değinilir, çeşitli Şivacı metinlerde de bu konu ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.

Bu yazımda Hinduizm’e / Hindu metinlerine göre yaratılışı anlatmaya çalışacağım, yaratılışın nedeninin ne olabileceği başka bir yazının konusu...

Hinduizm’de yaratılış sürecini anlatmadan önce Tanrı’nın enerjilerine değinelim:


Hindu kutsal metinlerine göre Tanrı’nın, insan aklının almayacağı niteliklerde ve sayıda değişik enerjisi vardır ama Rişiler kutsal metinlerde bu enerjiyi 3 gruba ayırmıştır, Tanrı’nın enerjisi bizzat Tanrı’nın kendisinden yayılır yani Tanrı’nın enerjisi Tanrı’dır denebilir ancak aynı anda hem Tanrı’nın aynısıdır hem de değildir, örneğin okyanus ve okyanustan alınmış ve bir bardağa konmuş su aynı değildir, bardaktaki o suya artık okyanus denmez ama bu bunlar birbirinden yapı ve öz olarak farklı da değildir, Tanrı ve enerjileri konusunu kavrayabilmek için güneş örneğini de, her ne kadar eksik bir örnek olsa da, düşünebiliriz: Güneşten yayılan ısı ve ışık güneşin kendisi değildir ama güneşi “güneş” yapan şey de ısısı ve ışığıdır. Aynı şekilde Tanrı’nın enerjileri de Tanrı’yı “Tanrı” yapan olgulardır ama Tanrı’nın tam olarak kendisi değildir, fakat kendisinden farklı da değildir. Tanrı’nın 3 enerjisi:


1) İçsel enerji gücü (Antaranga Şakti): Ruhsal enerjidir ve sonsuzdur, sonsuz bilgi ve sonsuz mutluluktur, bu enerji sadece ruhsal boyutta bulunur, zamanla değişmez azalmaz ve hiçbir şeyden etkilenmez.



2) Dışsal Enerji gücü (Bahiranga Şakti): İçsel enerjinin gölgesi konumundadır, içsel enerjinin tersine geçicidir, zamanla değişime uğrar, etkilenir, bozulur, evrim geçirir, bu enerji: toprak, su, hava, ateş, eter, zihin, akıl ve sahte olan “ben” düşüncesi, sahte ego’dur. Dünyada çok sayıda sahte ego, zihin, akıl vardır bunlar dışsal enerji ve marjinal enerjinin ürünü olan insanlardır.



3) Marjinal Enerji (Tatastha Şakti): Yaşayan canlılardaki bireysel ruh’tur, (Yani Jivatman, ancak Jivatman ile Atman aynı kavramlar değildir, Atman her canlının içindeki esas/ana özdür her canlıda bulunur, Jivatman da ışığını yani bütün gücünü Atman’dan alır, Atman sayesinde var olur ancak anlatılmak istenen kavram ve vurgu bakımından Jivatman biraz farklıdır)


Sonsuz ruhsal bilinç enerjisi yani ilk enerji ışıkla da sembolik olarak temsil edilir, ikinci yazdığım dışsal enerjinin ilk oluşturduğu maddesel nedensel unsura viraja denir ve “su” ile sembolik olarak ifade edilir, bildiğimiz “su” kavramı ile ilgisi yoktur, bildiğimiz su bu evreden çok daha sonra yaratılmıştır. Bu evrede henüz “zaman” diye bir kavram yoktur çünkü zamanı da daha sonra var eden Tanrı’dır, bu evreden öncesi Hindu metinlerinde “varlığın veya yokluğun bulunmadığı, akılla kavranabilecek olgu ve kavramların çok ötesindeki “derin karanlık” olarak tanımlanır.


En başta bütün bu enerjileri içinde barındıran Tanrı, daha sonra dışsal enerjisiyle yani Bahiranga Şakti ile genişleyerek Maha tattva’dan gezegenler, yıldızlar, uzay...vs kısaca “evren” olarak yayılır ve her bir zerrenin içine girişim yapar yani başka bir deyişle her şeyi “yaratır”.

MAHA TATTVA NEDİR?


Tanrı’nın yukarda yazdığım ikinci enerjisi (dışsal enerji), içsel bilinç enerjisinin çok küçük bir kısmının nedensel viraja unsuruna yani suya ekilmesiyle evrime uğrayarak dönüşmüş, toplam maddeyi oluşturmuştur, bu yapıya Mahat Tattva denir, Mahat Tattva maddesel boyuttaki her şeyin bütün kozmik tezahürün toplamıdır her şeyin kaynağıdır, bütün gezegenlerin, bütün yıldızların, bütün galaksilerin bütün maddenin bütün “maddesel” evrenin toplamıdır, kaynağıdır.


Maha tattva bütün evrenin toplam kaynağı olmasının yanında, yukarda belirttiğim değişen evrimleşen dışsal Bahiragna enerjisinin evrimleşmesiyle kendi içinde evrimleşmeye devam eder kümesel zihin ve kümesel akıl da artık Maha Tattva’nın içindedir, Tanrı’nın dışsal Bahiranga enerjisiyle değişim ve kümesel zihnin evrimi devam ettikçe Ahankara denilen kümesel ego veya sahte ego olgusu ortaya çıkar, Ahankara "ben" düşüncesi veya olgusudur, bu fikre sahip kişiyi evrenden ve diğer her şeyden ayıran zihin tutumudur. Kaynağı dışsal enerji olan "maddesel olgu", Tanrı’nın içsel enerjisinin de etkisiyle evrimleşirken kendisini görülebilen, duyulabilen, dokunulabilen, koklanabilen, tadılabilen bir kavram olarak ifade etmeye başlar bu evrede henüz her şey bir bütün küme ayrışmamış, haldedir, dışsal enerji evrimi devam ettikçe Maha tattva parçalanır, bölünür ve Ahankara da yani sahte ego da akıl ve zihin ile birlikte sonsuz sayıda parçaya birime ayrılır, “canlılar”, ve evrimle de insanların temel oluşumunun temeli atılmıştır artık... Ancak dikkat edilmesi gereken olgu Zihin veya akıl Atman ya da Jivatman (ruh) değildir, bu olgular ışıklarını Atman’dan alır yani bütün güçlerini Atman’dan alırlar ama Atman değildirler, Atman değişmez, gelişmez ve sonsuzdur bozulmaz oysa ki zihin ve akıl sürekli değişir, gelişir veya bozulur.


                                                                                   Ozan