evrenin gizemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
evrenin gizemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2020 Pazar

Evrendeki en Parlak Yapılar olan Kuasarlar

Not: Kitabım "Mistik Tanrı" Kitapyurdu sitesinde satışa çıktı!  Bu blogtaki yazılar hoşunuza gittiyse kitapta çok daha fazlasını bulacaksınız! Aşağıdaki linkten satın alabilirsiniz.







Kuasar, üzerinde hala çalışılan ve hakkında çeşitli hipotezler olan, hala anlaşılamayan pek çok yönü bulunan gizemli oluşuma verilen isimdir.

Kuasarlar aslında süper kütleli devasa kara deliklere bağlı olarak oluşan muazzam ışımalardır, daha çok genç galaksilerin çekirdeklerinde / en orta kısımlarında yer alırlar.  

Şöyle ki çoğu galaksinin merkezinde / ortasında, bir süper kütleli dev gibi kara delik bulunur. Bu dev kara delik o kadar güçlüdür ki bazı genç galaksilerde (yeni oluşan / oluşmakta olan galaksilerde)  kendisine bolca "besin" bulur. Yani akıl almaz miktarlarda maddeyi yutar. O kadar güçlüdür ki bu kara deliklerden hiçbir madde hatta ışık bile kaçamaz, ışığı da yer yutar,  bu nedenle simsiyah görünür, her şeyi tekilliğe çeviriverir. Uzay / zamanı öyle bir büker ki ondan zaman dahi kaçamaz, yakınında duracak noktaya gelir! İçinde  ise zaman bile yok olur, onu da yutar. Yine o kadar güçlüdür ki kara deliğin hemen "dışındaki" her türden akıl almaz miktardaki madde, delik tarafından yutulmadan hemen önce ışık hızına çok yakın bir şekilde dönmeye başlar. Maddelerin / gazların  bu yıkımı, ışık hızına çok yakın bir şekilde birbirlerine çarpması ve parçalanması sırasında açığa öyle bir enerji çıkar ki bu ışınım, evrende görülebilecek en yüksek parlaklıklar olur. İşte bunlara farklı açılardan gözlemlere göre "kuasar" ya da "blazar" denir.




- Bir kuasar, o kadar parlaktır ki samanyolu galaksimizin tamamından daha çok ışık yayar! Şöyle düşünelim: Samanyolu galaksimizde,  güneşimizden milyonlarca kat daha büyük ve daha parlak yüzlerce milyar yıldız vardır. İşte sadece tek bir kuasar, bütün bu yüzlerce milyar devasa yıldızın toplamından yüzlerce kat daha fazla ışık yayar! Bu hayal gücümüzün dahi çok ötesinde bir parlaklıktır.




- Kuasarlar bizden çok uzak olan ışımalardır ve kara enerjiye bağlı olarak da bizden ışık hızına çok yakın hızlarda uzaklaşmaya devam ederler. Bunlar evrendeki en eski oluşumlardan biridir. 

- Bir kuasarı gözlemlemek, evrenin milyarlarca yıl önceki halini gözlemlemek demektir! Çünkü bizden o kadar uzaktırlar ki ışığın bize ulaşana kadar aldığı mesafe milyarlarca yıldır! Yani parlayan bir kuasarı gördüğümüzde, onun en az 8 - 10 milyar yıl önceki halini görüyoruz demektir! Bu nedenle Kuasarlar evrenin oluşumu hakkında bize çok değerli bilgileri sunabilirler.

- Bir kara delik, yakın çevresindeki maddelerin çoğunu yuttuğu zaman artık besleneceği fazla bir madde kalmaz ve kuasarlar ölür. Yani kara deliğin inanılmaz miktarda maddeyi yemesi öncesinde oluşan akıl almaz ışımalar biter. Kara delik artık yalnız "takılmaya" başlar.

- Samanyolu galaksimiz, yaşlı sayılabilecek bir galaksi olduğu için kuasara sahip değildir. Büyük ihtimalle gençliğinde kuasar oluşturmuştur. Ancak şu an, çekirdeğindeki süper kütleli kara delik çok fazla maddeyi "yutmaz", çünkü yakınlarında "beslenebileceği" fazla madde kalmamıştır. Dolayısıyla kuasar oluşturmaz. Ancak gelecekte Andromeda galaksisi ile samanyolu galaksimiz birleştiği zaman tekrar bir kuasar oluşabileceği belirtilir. 

Evrenimiz hem hayal gücümüze dahi sığmaz boyutuyla hem de içindeki akılalmaz gizemli yapılarıyla o kadar büyük ve ihtişamlıdır ki üzerinde yaşadığımız minicik dünyamız, evren içinde adeta sonsuz okyanusta bir damla gibidir. Bu kısa yazımı, Carl Sagan'ın aşağıdaki muhteşem ve ufuk açıcı sözleriyle bitireyim:

"İşte orada. Orası evimiz. Bizler oradayız. Sevdiğimiz herkes, tanıdığımız herkes, duyduğunuz herkes, gelmiş geçmiş tüm insanlık hayatlarını orada yaşadı. Bütün neşe ve kederlerimiz, kendinden emin binlerce din, ideoloji ve ekonomik doktrin, bütün avcı ve toplayıcılar, bütün kahramanlar ve korkaklar, bütün uygarlık kuran ve yıkanlar, bütün krallar ve köylüler ve bütün aşık çiftler, bütün anne ve babalar, umut dolu çocuklar, mucitler ve gezginler, bütün ahlak öğretmenleri, bütün yozlaşmış politikacılar, bütün süper starlar, bütün büyük liderler, türümüzün tarihindeki tüm azizler ve günahkarlar… Burada gün ışığına asılı bu toz zerresi üzerinde yaşadılar.

Dünya, muazzam kozmik alanda çok küçük bir sahnedir. Tüm o generaller ve hükümdarlar tarafından şeref ve zafer içinde dönemlerinin efendileri olmak için döktükleri kan ırmaklarını düşünün yalnızca küçük bir noktanın, bir bölümünde. Bu küçük pikselin bir köşesinde yaşayan sakinlerin diğer bir köşenin farkları zorlukla ayırt edilebilen sakinlerine yaptıkları bitmek bilmeyen zorbalıkları düşünün. Yanlış anladıkları ne çok şey vardı, birbirlerini öldürmeye ne kadar da hevesliydiler, nefretleri ne kadar da ateşliydi. Afra tafralarımızın hayali benmerkezciliğimizin ve evrende ayrıcalıklı olduğumuza dair yanılgımızın boyunun ölçüsü bu soluk ışıklı nokta tarafından alındı. Gezegenimiz onu saran devasa kozmik karanlıkta yapayalnız bir noktadır. Bütün bu karanlık ve enginlik arasında bizi kendimizden korumak için başka bir yerden yardım geleceğine dair hiçbir iz yoktur.

Dünya, şimdilik bildiğimiz tek yaşam barınağı. En azından yakın gelecekte türümüzün göç edebileceği başka bir yer yok. Evet, ziyaret edebiliriz. Ama yerleşmek? Henüz değil. Hoşunuza gitsin ya da gitmesin Dünya, bu zamanda ayakta kalabildiğimiz tek yerdir. Gökbilimin insanı mütevazı yaptığı ve karakter geliştirdiği söylenir. İnsan kibrini ahmaklığını uzaktaki bu görüntüden daha iyi vurgulayan bir şey yok gibi. Bana göre bu görüntü birbirimize nezaketle yaklaşma ve bu soluk mavi noktayı şimdiye dek bildiğimiz tek yuvayı koruma ve gözetme sorumluluğumuza vurgu yapar.” - Carl Sagan

Ozan

İletişim:    mistikfelsefe@gmail.com NOT: Bu yazı ve diğer tüm yazılar bana aittir ve hakları saklıdır. Kaynak göstermeden herhangi bir yazımı kopyalamayınız!

25 Eylül 2014 Perşembe

"Yaratılış" ve sonsuz potansiyelin evrimi

Kitabım "Mistik Tanrı" Kitapyurdu sitesinde satışa çıktı! Bu blogtaki yazılar hoşunuza gittiyse kitapta çok daha fazlasını bulacaksınız! Aşağıdaki linkten satın alabilirsiniz:



                                                    

    

Bu konuya başlamadan önce üzerinde durmak istediğim,  dikkat edilmesi gereken nokta “yaratılış” kelimesidir. Tek Tanrılı dinlerde, bu kelimenin tam olarak hangi manaya geldiği, özellikle daha derin teolojik konular içinde, tartışılagelmektedir. Çeşitli farklı görüşler olsa da, bu kelimeden zahiri anlamda genel olarak algılanan olgu,  “creatio ex-nihilo” denilen “yoktan var etme” ya da “yoktan yaratılış” olgusudur.

     Fakat “hakikat” seviyesindeki mistik öğretilerde, anladığımız manada bir “yoktan yaratılış” öğretisinden söz edilemez. Eğer gerçekten tam anlamıyla yoktan varoluş öğretisi savunulacaksa ortaya çeşitli problemler ya da mantıklı, tatmin edici yanıtları olmayan sorular çıkmaktadır. En başında Ex-nihilo fikri, genel olarak evreni, insanı, bilinci ve her şeyi Tanrı`dan tamamen ayrı görmektedir. Yani Tanrı, bu öğretiye göre, kesinlikle aşkındır ama tam anlamıyla “içkin” olamaz. Onun içkinliği ancak bilgisi ve kudretiyle hayat bulur. Tıpkı koskoca bir imparatorluğu yöneten bir imparatorun, yönettiği yerlere içkin olamaması ancak gücü ve kudreti aracılığıyla oralarda hüküm sürebilmesi gibi, Tanrı da “göklerde” oturan, bir tahtı, arşı olan ve oradan dünyaya gücü ve kuvvetiyle hükmeden sonsuz kuvvette bir kral gibidir bu öğretiye göre. Dinsel metinlerde geçen bu gibi ifadelerin zahiri anlamından içsel manasına inmek gereklidir.

      “Yoktan yaratılış” teorisinin, evreni ve her şeyi Tanrı`dan ayırmasından dolayı, ateist çevrelerde de sıkça kullanılan, bazı tatmin edici yanıtları olmayan soruları ortaya çıkardığından bahsetmiştim.  Bu sorulardan birkaçını şöyle özetlemek mümkündür:

  -Kendi içinde zaten her şeyiyle mükemmel olan bir Tanrı, evreni tam olarak neden/ne amaçla yaratmıştır?

  -Kendi içinde tam ve mükemmel olan, ezelden beri varolan bir Tanrı`nın aklına, insanı ve canlıları yaratmak fikri nasıl ve neden gelmiş olabilir? Ayrıca bu da yetmiyormuş gibi, Tanrı neden insanı yaratıp bir de üzerine teste tabi tutmak istemiş olabilir?

 -Tanrı, kendi içinde sonsuz güçlü bir olguysa ve mükemmelse, “insan” ve diğer canlıları yaratıp onların kendisine kulluk etmesini neden istemiş olabilir?


                Bütün bu soruların cevabı için kısaca “Allah`ın hikmetinden sual olunmaz” ya da buna benzer bir şey dersek bu, doğal olarak pek çok kişiyi tatmin etmeyecek ve benzer sorular sorulmaya devam edecektir. Bu nedenle zahiri anlamdan çıkıp, daha doğrusu bu anlamı “aşıp”, tıpkı çeşitli Sufiler gibi, bu duruma da hakikat penceresinden bakmak gerekmektedir.

“Hiçbir şey ama hiçbir şey yoktu. Hatta hiçlik bile mevcut değildi. Fikirden ve kavramsallaştırmadan arınmış olarak gerçek şudur ki, aslında ‘Bir’ bile var değildi. Ben “vardı" derken herhangi bir şeyin var olduğunu da söylemiyorum. “Hiçbir şey yoktu” ifadesini kullandığım zaman, sadece, bahsetmeye çalıştığım olgu hakkında bir tür bilgi vermeye çalışıyorum. Hiçbir şey yoktu. Yani Ne bir şey ne de bir şeyin yokluğu. Bir bile yoktu. Karmaşıklığın imkansızlığı yoktu. Görülmez olan ya da kavranılamaz olan da yoktu. Ne insan ne melek ne de Tanrı vardı. Kısacası insanların bir isim vermiş olduğu herhangi bir şey yoktu” (Basilides)

              Bir zamanlar zamansızlık içinde, ne madde ne bosluk ne uzay ne de zaman varken,  var olan ve olacak olan tamamıyla her şeyi içeren gizem dolu bir kaynak vardı. Bu kaynağı Big Bang`ın öncesinde her şeyi içeren tekillik durumunda olan gizem noktası olarak da adlandırabiliriz. Bu kaynak, sonsuz hiçlik noktasıdır ve çeşitli kutsal metinlerde “içinde varlığın veya yokluğun bulunmadığı, akılla kavranabilecek olgu ve kavramların çok ötesindeki ‘derin karanlık’ olarak tanımlanır. Hatta bunu “tanımlama”nın bile saçma olduğu belirtilir. Çünkü bu evre, zihnimizin çalışabilmesi için gerekli olan ve ikiliğe dayanan çeşitli kavramların çok ötesindedir. Kökeni çok eskilere dayanan ve aynı zamanda hristiyan mistikleri olan gnostikler, bu durumu “göz kamaştırıcı karanlık” ifadesiyle, paradoksal doğasını vurgulamaya çalışarak, anlatmaya çalışmışlardır. Benzer şekilde islami ezoteristler olan Sufiler, bu durumu “siyah ışık” ve “aydınlık gece” olarak niteler. Milattan önce 1500`lu yıllarda yazıya geçirilen en eski Hindu metni olan Rig-Veda, şöyle der:

“Başlangıçta ne varlık vardı ne de yokluk...
Ne hava vardı, ne de onun ötesindeki gökyüzü
Bir kimilti mi? Nerede? Hangi örtünün altında? Kimin himayesinde?
Dipsiz suların sonsuz derinliği mi yoksa?

Ne ölüm vardı o zaman ne de olumsuzluk.
Ne de gündüzü geceden ayıran bir işaret
Ama Bir O vardı, soluk olmadan soluyordu kendi iç gücüyle
Başka da bir şey yoktu.

Karanlıklar içinde karanlıklar dururdu;
Boyutları olmayan bir deniz gibi;
Mümkün olanı hala biçimlendirmemiş bir boşluk,
Ta ki Sıcaklığın gücü Tek olanı yaratana dek.” (Rig-Veda 10:129)

Rig-Veda’da ayrıca “Purusha” denilen kozmik candan bahsedilir ve bu canın, var olacak olan her şey olmasına, bölünmesine ve böylece mevcut var olan her şeye dönüşmesine neden olan bir potansiyel, bir gizem noktası olduğu belirtilir. 4 Veda`daki ayetlerin, daha çok ritüelistik manalarını açıklayan Hindu metni Satapatha Brahmana’da bu kozmik cana “kozmik yumurta” denir ve onun yarılmasından, her şeye dönümesinden söz edilir. Bu Brahmana’da bu gibi anlatımların yanında daha sembolik ve masalsı anlatımlar, örneklendirmeler de bulunur. Vedaların sonu (Vedanta) olarak kabul edilen ve Hint felsefesinin temelini oluşturan Upanişad’larda sembolik anlatımın üzerine, bu durumun kozmolojik, felsefi/psikolojik yönlerine değinilir.

Her şeyi içeren, her şey olmaya ve her şeye dönüşmeye hazır sonsuz bir potansiyeldi bu nokta. İçinden bütün varlığın fışkırdığı bu kaynak, ayrışmamış bir bütünlük halinde adeta varlığa gebeydi. Bu potansiyel, içinde kuarklardan galaksilere, cansız maddeden bilince, sevgiden nefrete, iyilikten kötülüğe, duymaktan dokunmaya ve görmeye, algılayandan algılanana, müziğe sanatın her türlüsüne, gaddarlıktan merhamete, bizi dahil her şeyi barındıran bir sonsuz tohumdu. Bu sonsuz enerji tohumuna Hintliler “Mahat-tattva” der.

            Bu sonsuz gizem noktası, içinde sonsuz bilinç potansiyelini barındırmasına rağmen, kendisinden ayrı, bilincinde/farkında olacağı ikinci bir “nesne” var olmadığı için yani herhangi bir anlamda bir ikilik (dualite) var olmadığı için paradoksal olarak bilinçsizdi. Tıpkı doğası “aydınlık” olan ışığın, üzerinde yansıyacak bir “şey” olmadığı zaman paradoksal olarak “karanlık” olması gibi. Bazı Sufiler bu durumu “durgun su” ya da “durgun deniz” örneğiyle de anlatmaya çalışmıştır. Sonsuz gizem noktasında bu evre, durgun denize benzer, dalga ve köpük yoktur,  bu nedenle de deniz kendisini “gösteremez”. Aynı ışık örneğinde olduğu gibi, doğası “sonsuz bilinç” olan bu gizem noktası, bilincinde olacağı, kendisinden “ayrışmış” ikinci bir şey olmadan, bir bütünlük halinde, paradoksal olarak bilinçsizdi ve bu nedenle üzerinde yansıyıp kendi içine bakabileceği “ayna”ya gereksinim vardı… Diyebiliriz ki Işığın ancak üzerinde yansıyacak bir şey olduğunda aydınlatma niteliğine sahip olması gibi, sonsuz gizem ışığı Tanrı da sonsuz evren şeklinde tezahür ederek sonsuz sayıda canlı bilincinin üzerinde yansıyıp aydınlanan ışık oldu… 

“Sonsuz güçlü Tanrı`nın herhangi bir şeye ihtiyacı mı olurmuş?!?”

          Devam etmeden önce bu konunun da üzerinde durmak gerek… Anlatılması mümkün olmayan, kelimelerin güç yetiremeyeceği bir gizemi anlatmaya çalışırken "ihtiyaç" gibi kelimeler kullanıyoruz ancak bu, konunun anlaşılması için mecburi olarak kullanmamız gereken bir kavramdan ibarettir. “Sonsuz güçlü olan Tanrı`nın herhangi bir `ihtiyacından` söz edilir mi?” şeklinde bir soru gelmesi mümkündür… Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu anlattıklarımızın Tanrı`nın doğası olduğu yani zaten “Tanrılığın içinde” olduğu ve Tanrı`nın dışında herhangi bir şeyin zaten gerçekleşmediğidir. Örneğin dahi bir bilim adamı için “Aslında o dahi falan değil, her şeyi zekasına borçlu” şeklinde bir yorum yapamayız çünkü “dahi bilim adamı” kavramına o kişinin zekası, benliği, her şeyi zaten dahildir. Aynı şekilde mistik öğretilerde “ayna” da, yansıyan/yansınan, algılayan/algılanan da “Tanrılığın”/Tanrı`nın içindedir. Bunu şöyle örneklersek (her ne kadar eksik bir örnek olsa da) anlamamıza yardımcı olabilir: Güneşi ışığı ve ısısı olmadan düşünebilir miyiz? Güneşi "güneş" yapan unsur, ışınları ve ısısıdır, işte evren de Tanrı'dan kaynaklanan bir olgudur, Tanrı'yı "Tanrı" yapan evren ve onun da ötesindeki aşkın doğasıdır; ışığın ve ısının, güneşin vazgeçilmez ve "zorunlu" bir "olgusu" olması gibi, nihai anlamda bir “hayal” (maya) olan evren de Tanrı'nın vazgeçilmez ve zorunlu bir olgusudur. Hinduizm`de Şaktaların kutsal metni olan Devi Gita, “Maya”nın (hayalin/ilüzyonun) bile Tanrı`dan ayrı olmadığını söyler. Ortada yaratma "ihtiyacı" yoktur, Tanrı zaten evren ile ve ayrıca evreni de aşkın doğası ile budur. 

         Dolayisiyla evren, Tanrı`nın bir ihtiyacından ortaya çıkmış değildir. Güneşin ışığını ve ısısını, ihtiyacı olduğu için yaymaması gibi, evren de ihtiyaçtan ortaya çıkmış veya yaratılmış değildir. Evren Tanrı'nın bizzat doğasından yayılan bir sonuçtur, ortada herhangi bir ihtiyaçtan söz edilemez. Evren, Tanrı`nın kendini, yine kendi içinden, gerçekleştirme sürecinin sonuçlarından biridir  ve “bu süreç sonsuzluktan beri tekrarlanmaktadır” diyebiliriz.

          İbn Arabi’ye  gore Tanrı, bu tek mutlak gizem konumdayken (Ehadiye) hiçbir sıfata, kişiliğe, varlığa ya da yokluğa sahip değildir.Zaten bu aşamada “tek” kelimesi,  bir sıfat anlamında değil de daha çok “ayrışmamışlığı” ve farklılaşmamışlığı belirtmek için kullanılır. O aşamada “teklik”  gibi kavramlar hatta  “varlık-yokluk”, gibi karşıtlığı içeren kavramlar, ayrışmalar bile mevcut değildir. Aynı olgu Rig-Veda’da “Başlangıçta ne varlık vardı ne de yokluk…” (Rig-Veda 10:129) sözüyle ifade edilir. Bu, içinde sonsuz potansiyeli barındıran, her şeye dönüşmeye, her şey olmaya hazır duruma:

- Ibn Arabi “Ehadiye” der.

- Hint sisteminde aynı olguya “Nirguna Brahman” (Sıfata sahip olmayan Brahman) denir. Rig-Veda 10:129: “Başlangıçta ne varlık vardı ne de yokluk…”

- Taoizm’de de  aynı duruma  isimsiz sıfatsız “Tao” denir. Tao te Ching şöyle der:

            “Eğer O’nun hakkında konuşabiliyorsan o şey Tao değildir, eğer O’na isim verebiliyorsan o şey Tao değildir. Tao’nun ismi yoktur, isim sıradan şeylere verilir….” (Tao Te Ching 1)

“O’nu göremezsin çünkü formsuzdur, O’nu dinleyemezsin çünkü sesi yoktur. O’na dokunamazsın çünkü gayrımaddidir…..O adeta hiçliğin kıyılarına aittir, güneş gibi yükselir fakat aydınlatmaz, güneş batması gibi batar fakat karartmaz başlangıcı ve sonu yoktur, hiçliğin içindeki varlıktır, çok büyük bir gizemdir, asla hiçbir şekilde tanımlanamaz”. (Tao Te Ching 14)

-Mahayana Buddhizm”inde aynı olguya “Dharmakaya” (Sonsuz Buddha doğası), Tibet Buddhizminde de (Vajrayana) “Rigpa” gibi isimler verilir.

                İkinci aşamada bu sonsuz potansiyel, kendi kendinin farkına varır:

- Hint’te bu duruma “Omkara” adı verilir ve  mutlak olan, sıfatlar kazanmaya başlar.Boylece “Saguna Brahman” (Sıfata bürünmüş Brahman) haline gelir.

- İbn Arabi bu aşamaya “Vahadiye” adını verir ve Tanrı ilk defa kendini “Tek Tanrı” gibi sıfatlarla ifade etmeye başlar.

-Tao Te Ching şöyle der:

                “…İsimsiz olan, yaratılışın kaynağıdır. İsme bürünen ise evrendeki her şeyin anasıdır” (Tao Te Ching 1)

                Üçüncü olarak Ayan-ı Sabite aşamasını sayabiliriz. Bu aşama, “sabit arketipler” aşamasıdır ve Neo-Platonculuktaki “logos” kavramıyla hemen hemen aynıdır. Bu aşama, fenomenler dünyasındaki (İbn Arabi’nin deyişiyle “hayal”, Hint sisteminin deyişiyle “maya”) bütün gerçekliklerin ve bütün evrenin, kavramların, karşıtlıkların yani her şeyin fikir/potansiyel  halde “Tanrı’nın zihninde” oluştugu aşamadır.

                Dördüncü ve son aşamaya da “halk” denir. Bu aşamada tezahür tamamlanmıs, evren Tanrı’dan sudur etmiş, görüntüler ve fenomenler dünyası oluşmuştur ya da “yaratılmıştır.” Tao Te Ching şöyle der:

                “Tao’dan birlik olgusu gelir. Birlikten iki (düalite) gelir. İkiden üç, üçten de bütün her şey gelir.” (Tao Te Ching 42)

                Bütün bu işleme Hint sisteminde “spiritüel Big Bang” de denebilir. Big Bang teorisine göre aynı işlemi yorumlarsak, başlangıçtaki sonsuz hiçlik noktasına “Ehadiye/Nirguna Brahman”, bu noktanın “tek, sonsuz potansiyel, patlamaya ve genişlemeye hazır olarak anlam kazanmasına “Vahadiye/Saguna Brahman”, bu noktanın patlama anına,  var olan her şeyi içerirken bunları gerçekleştirmeye hazır  ana gelmesine Ayan’ı Sabite, inflasyondan sonra evrenin gezegenlerin ve zamanla insanın, bilincin, bildiğimiz evrenin oluşmasına da “halk” diyebiliriz.

                İbn Arabi`ye göre anladığımız manada “yoktan yaratılış”(creatio ex-nihilo) yoktur. O`na göre, içindeki her şeyiyle birlikte evren, bu sonsuz gizem noktasında yani Tanrı`nın içinde potansiyel olarak zaten mevcuttu. “Yaratılış” olarak adlandırdığımız olgu, Tanrı`nın içinde potansiyel olarak bulunan her şeyin tezahüründen ibarettir. O, kendi içinde olanı açığa vurmaktadır. (fi zatihi) Bu kavram, klasik anlamda “yoktan yaratılış” teorilerinden ince bir çizgiyle ayrılmaktadır.Düşüncenin zihinde, dalgaların denizde olması gibi bütün evren de içindeki her şey ile birlikte Tanrı`dadır.

Sonsuz potansiyel "kendi içine" bakiyor…

             
Ibn Arabi, Füsus El Hikem isimli eserinde şunları söyler:


"Siyah bir ışık olan Allah, isimlerinin ve özündeki sırrın görülmesini, anlaşılmasını... istedi. Kendisinin bütün gizlerinin, bir aynadan kendisine bakar gibi, kendisine görülmesini arzu etti ve evren olarak tezahür etti......O, kendisini kendisine görünür kılmak için varoluşu ve insanları var etti.... Ruh dediğin şey de Allah'ı her şeyde görür çünkü bakan olgunun kendisi Allah'tır. O hem seven hem sevilen, hem arayan hem de bulan, hem bakan hem de görülen... Hiçbir şey O'ndan ayrı değildir, O her şeydedir. Bizim varlığımız onun varlığıdır."

              Bir suje olan “Ben”,  ancak “kendiliğim”den ayrı, “ben” olgusunun dışında ikinci bir nesne olduğunda yani dualite (ikilik) olgusu var olduğunda“bilinçli” yani o ikinci şeyin farkında ve bilincinde olabilirim. Bu ayrışmamış, dışında hiçbir şey bulunmayan sonsuz potansiyel de, ilk olarak (bu konu zamanla ilgili değildir ama anlatım kolaylığı açısından bu tip kelimeler kullanıyorum.) kendini, bilinç ve o bilincin nesnesi biçiminde 2`ye “bölerek” (dualite olarak tezahür ederek) anladığımız manada bir kozmik bilinç oluşturdu ve kendisinin “sonsuz potansiyel” olduğunun farkında oldu. Diğer bir deyişle sonsuz potansiyel, kendi yansımasına bakarak, kendisini görebildi ve kendisinin farkında oldu. Bu konuda “Peki bu potansiyel neden bilinç oluşturdu” ya da “Bu potansiyel neden sadece potansiyel olarak kalmadı” diye bir soru gelebilir. Tanrı sonsuz potansiyel ve sonsuz bilinçtir. Ancak (tezahür aşamasından önce) bilinçli değildir. Bunun farkını anlamak gerek. Tanrı, sonsuz bilinç potansiyeli olmasına rağmen, tezahürden önce yani uzay-zaman-boşluk-boyut-enerji aşamasından önce kendisinden başka, kendiliğinden başka hiçbir şey olmadığı için, "ayrışma" olmadığı için kendisinin ne olduğu hakkında bilinçsiz idi. Daha önce bahsettiğmiiz örneği yeniden yazarsak: Tıpkı doğası aydınlık olan ışığın, üzerinde yansıyacağı hiçbir şey (boşluk, nesne...) olmadığı zaman paradoksal olarak karanlık olması gibi. Tezahür sürecinin başlangıcı, Tanrı'ya ayna oldu. Her şeyi gören gözün kendisini görmek için aynaya ihtiyacı olması gibi. Tanrı da bizzat kendi içinde düalite haline gelerek, uzay-zaman-boşluk-evren........nihayet bizler olarak tezahür etti ve kendini bilip gerçekleştiriyor. Bu nedenle Sufiler, "Şu ana kadar Tanrı'ya en iyi ayna olan, insandır" demiştir. Ve bu nedenle Ibn Arabi ontolojisine göre insan çok önemlidir.

     Spiritüel Big Bang dediğimiz olguyla ilk " kendisi hakkında bilinçli olma" durumu Tanrılığın içinde bir enerji kıpırdanması ile “mekanik” olarak başlar ve tezahürün ilk aşaması olan zaman kavramı oluşur sonra boşluk, uzay, evren ve bizler. Bu "enerji Kıpırdanması" nın sebebi ancak şu şekilde açıklanabilir. Bu olguya biz Tanrı yahut sonsuz potansiyel diyoruz. Antik metinlerde "sınırsız potansiyel" de deniyor.  "Enerji" kavramı ya da "potansiyel" kavramı,  potansiyeli olduğu şeyleri açığa çıkarmayı ima eder. Eğer böyle bir olgu yoksa o şeye zaten "potansiyel" yahut "enerji" demezdik. Ancak ölü bir yığın derdik. Fakat o potansiyel/enerji, potansiyeli olduğu şeylere yani varlığa gebeydi. O her şeyi başlatan kıvılcımın da kıvılcımı olan "kıpırtı", bu nedenle yani sonsuz potansiyelin doğası gereği bir zorunluluk olarak öyle ya da böyle "zamansızlık içinde" bir "anda" başlamak zorundaydı. Başlamasaydı "potansiyel" "enerji" değil bambaşka, ölü bir "şey" olurdu o. Ancak doğası ve yapısı bu değildir.

Bir de şunu unutmamalıyız: Bu açıklamalar, aslında açıklanamayacak, kelimelere dökülemeyecek kadar gizemli ve olağanüstü olan bu olguyu anlayabileceğimiz gibi mantığa oturtmaktan ibarettir. Sadece mantığını anlamaya çalışmalıyız. Binlerce yıldan beri antik mistik metinlerin ve mistiklerin bize anlatmaya çalıştığı şey, evrenin ve bizim, Tanrı'ya ayna olduğumuzdur.

“Ben, gizli bir hazine idim bilinmek istedim ve beni tanısınlar diye mahlûkatı yarattım.” Kudsi Hadis  (Aclûnî. 2/132; Aliyu’l Kari. 273)

                Bu ünlü hadisin de bahsettiği “bilinmenin” ilk şartı özne ve öznenin farkında olacağı nesne olarak dualite şeklinde tezzahür etmekti. Sonsuz potansiyel okyanusu, ilk önce kendi içinde “aktivize oldu” ve kendi kendinin farkında olmayı istedi bu aşamadan sonra kendi içine baktı ve içindeki sonsuz potansiyeli gerçekleştirmek yani kendi kendini gerçekleştirmek için tezahür sürecini devam ettirdi ve böylece kendini özne/nesne şeklinde ifade ediş süreci devam etti.



                                        Potansiyelin özne ve nesne olarak tezahür etmesi

         Sonsuz potansiyel;  aynı anda bilen ve bilinen, gözlemleyen ve gözlemlenen, tanık ve deneyim olarak ya da bu şekilde “tezahür ederek” kendi kendisini tam anlamıyla “bilmeye başladi.”

Bu konuda, ünlü Upanishadlardan  Brihadaranyaka soyle der:

“Her şey, başlangıçta ayrışmamış bir bütünlüktü….Sonra ayrışmayla isim ve görüntü formları gibi göründü.  O, ‘Ben yaratılışın kendisiyim çünkü bütün bu evreni içimden yansıttım” diye düşündü ve her şey oldu….O ayrışmamış potansiyel, kendini bilmek, kendini ifade edebilmek için hiç değişmeden,  ilüzyon(maya) sayesinde, her bir görüntü ve form haline geldi böylece, ilüzyon nedeniyle, çok olarak algılandı…..Zaten her şeyi algılayan da yine O`ydu” (Brihadaranyaka Upanishad 1:4:5, 7, 10 – 2:5:19)

Tezahür sürecinde, ilk olarak “boşluk” yani uzay gözüktü çünkü potansiyelin açığa çıkması için çokluk ilüzyonu gerekliydi bunun için de boşluk… Sonra boşluğu zaman kavramı takip etti…

         O potansiyel, kendi içindeki sonsuzluğu, bilen ve bilinen; algılayan ve algılanan olarak, sürekli aşamalı bir şekilde üst seviyeye doğru yönelen bir biçimde yansıttı ve yansıtmaya devam edecek. Örneğin “Deneyimleyen” anlamında tezahürü açısından, önce bitkiler sonra hayvanlar şeklinde göründü, çok çeşitli canlılar oldu kendi kendisinin farkında olabilmek için… Kimi zaman dinozorlar gibi çıkmaz sokaklara saptı ancak nihayet, şu ana kadar en gelişmiş anlamda, insan olarak kendi kendini deneyimleyebildi. Şu ana kadar, en çok insan tezahürüyle kendine ayna olabildi/kendi içinde bakabildi. Ömer Hayyam bunu anlatabilmek için, üstün söz sanatını konuşturarak şöyle demiştir:

"Tanrı mineralde uyudu, bitkide düş gördü, hayvanda uyandı, insanda kendini buldu" Ömer Hayyam, Rubailer

İbn Arabi`nin öğretisinde de “insan”ın konumu ve önemi işte bu nedenle çok yüksektir:

"Bizim varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtacız, kendi nefsinin zuhuru için o da bize muhtaçtır…Senin özelliğin ne ise onun özelliği odur. Emir ondan sana olduğu gibi, senden de ona doğrudur…o bana ibadet eder, ben de ona ibadet ederim…Allah`ın, yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmez misin ? Peki ya O`nun aynı zamanda noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla da ortaya çıktığını? Canlıların da başından sonuna kadar O`nun sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratılanların sıfatları onun için hak olduğu gibi, onun sıfatları da bütün canlılar için haktır"  Ibn Arabi, Fusus El Hikem

      Konuyla dolaylı da olsa alakalı olduğu için, yeri gelmişken şunu da söylemek istiyorum. Evrim teorisi, sadece geçerli olmakla kalmayıp, bu mistik öğretinin hakkıyla anlaşılabilmesi için aynı zamanda gereklidir de.

         Çeşitli mistik metinlerde bu tezahür aşaması, potansiyelin/Tanrı`nın içinde ortaya çıkan bir rüyaya da benzetilir. Devam etmeden önce, Tanrı`nın bütün bu anlattığımız “tezahür” olgusu için neden “rüya” benzetmesinin kullanıldığına değinmek istiyorum. Rüya örneği aslında şunu anlamamıza yardımcı olmak için kullanılır. Tanrı`nın tezahür etmesinden ya da “dönüşmesinden” bahsederken, zihinlerimiz için çözülmesi çok zor olan bir paradoks oluşur. Çünkü bütün bu “aşama”lardan, “dönüşmelerden” bahsederken doğal olarak, o sonsuz potansiyelin kendisini modifiye ettiğini ve gerçekten de zamana bağlı olarak, dönüştüğünü başka şeylere dönüşüp potansiyel olmaktan çıkarak, gerçekliğe dönüştüğünü varsayarız. Halbuki bütün bu tezahürler, dönüşümler sonsuz potansiyelde hiçbir değişim yaratmadan ve zamana bağlı olmadan gerçekleşir. Yani O, kesinlikle hiçbir şeye dönüşmeden dönüşür. Kesinlikle, evrimle, zamana bağlı olmadan, aşamalı şekilde içindekileri yansıtır. Bunu anlamamıza yardımcı olmak için rüya örneği etkili olabilir. Buna göre, “ben”, “sen”, “o” ve bütün bu evren, sonsuz potansiyel okyanusunun yani Tanrı`nın içinde ortaya çıkmış bir rüyadır diyebiliriz. Hint metinlerinin dediği gibi “Evren Brahman`ın bir rüyasından ibarettir” Bu rüya durumu, “Tanrı`nın derin uykusu” şeklinde sembolize edilmiştir. Sonsuz potansiyel okyanusu, derin uykudaki Tanrı`dır. Tezahür aşaması ise, Tanrı`nın “rüya görme” aşamasıdır. Tıpkı bizim de derin uykuda bilinçsiz potansiyel olmamız, ancak REM aşamasında rüya görerek bilinçli olmamız gibi.

Sonsuz potansiyelin içinde ortaya çıkan “rüya”

         Öyleyse diyebiliriz ki, evren ve içindeki her şey, sonsuz zihin potansiyeli yani Tanrı`nın içinde ortaya çıkmış bir rüyadır veya düşüncedir. Zen ustalarının dediği gibi “her şey, büyük zihnin içinde ortaya çıkan bir düşüncedir.”

         Hepimiz bu hayali deneyimlemekteyiz. Fakat bu, bireysel olarak ayrı ayrı zihinlerimizde ortaya çıkan bir rüya değildir. Yani “bütün evren, benim bireysel zihnimin içindedir” şeklindeki bir düşünceye solipsizm denir ve tekçi felsefeden farklıdır. Rüyayı gören olgu (ya da içinde evren düşüncesi oluşan olgu) sonsuz potansiyel olan Tanrı`dır. Biz ise, Tanrı`nın gördüğü rüyanın içinde oluşan karakterleriz.  Bu potansiyel okyanusu, “rüyasında”  kendini biz ve evren olarak görmektedir.  Dolayısıyla “biz” dediğimiz şey, Tanrı`dan farklı değildir. Bu öğreti pek çok mistik sistemde vardır. Hintliler buna “Atman Brahman`dır” der. İbn Arabi şöyle der:

“Varlıkta O'nu gören, O'dan başkası değildir”

“Hakk'in belirmesi benim vücudumdadır. Bu nedenle biz Allah`a göre bir kap gibiyiz” (Ibn Arabi, Futuhat)

          Tanrı, aracılığımızla kendisinin farkına varmaktadır.  Hepimiz, hayal/rüya içindeyiz ama benzer şartlarda/evrende varız çünkü Tanrı`nın tek rüyasındaki karakterleriz, her birimiz, bu rüyanın farklı perspektifinde ortaya çıkan oyuncular gibiyiz. Sonsuz potansiyel Tanrı, kendisini herkes ve her şey olarak tezahür ettirmektedir ya da “yansıtmaktadır”  ve böylece kendini bilmekte, kendi içine "daha fazla" bakabilmektedir.

Çeşitli Yunan filozofları,  Tanrı`yı ve canlıları anlatabilmek için,  çember örneğini kullanmışlardır. Plotinüs, ünlü dokuzluklarında şöyle der:

            Tüm varlıklar, tek ana merkezde birleşen çeşitli merkezler olarak düşünülebilirler. Bu merkezler, kendilerinden çıkan çizgiler kadar çok sayıda görünürler ama yine de tüm bu merkezler bir birlik yaratırlar. Bu nedenle çeşitlilikleri içindeki bilinçli varlıkları tek merkezde birleşen çok sayıda merkeze benzetebiliriz.Bunların hepsi tektir çünkü aynı merkezi paylaşırlar ama merkezden çıkan çok sayıda yarıçaptan dolayı çok sayıdaymış gibi gözükürler.” Plotinus  Enneads 6.5.5         

                                           
            Çemberin ortasındaki siyah nokta, sonsuz potansiyeli yani Tanrı`yı simgeler. Noktadan çıkan oklar, Tanrı`nın içinden tezahür eden çeşitli yüzlerini yani canlıları temsil eder. Çemberin çevresi ise bedeni ve dış dünyayı simgeler. Sınırsız olan oklar, çemberin çevresinden yani dışardan bakıldığında ayrıymış gibi görünür ancak hepsi de tek olan noktadan çıkmıştır ve özde birdir.  Her bir ok, Tanrı`nın kendini deneyimlemesini simgeler. Sonsuz potansiyel olan Tanrı, birliğini bu sonsuz çeşitlilikteki zenginlik olarak ifade eder.

İşte, tasavvuf terminolojisini kullanırsak diyebiliriz ki, şeriat ve tarikat kapısında bulunanlar kendilerini çemberin çevresiyle özdeşleştirmektedirler. Yani birey, kendi bedeniyle duyguları ve düşünceleriyle diğerlerinden tamamen ayrıdır, teklik düşüncesi henüz yoktur. Marifet kapısındakiler ya da daha üst basamağa çıkmış olan inisiyeler, kendilerini oklarla yani psise ile özdeşleştirmeye başlar. Kendilerinin beden olmadığını, bedenin ve kültürel/biyolojik olguların, “ben” değil, “ben”in giydiği çeşitli elbiseler olduğunu idrak ederler. Hakikat seviyesine ulaşanlar ise kendilerini çemberin merkeziyle özdeşleştirirler. Çokluğun bir görüntü olduğunu, hakikatin ise teklik olduğunu… (Enel Hak)

          Hintliler bu durumu, yaşadığımız 3 gerçekliğe benzetirler: Derin uyku, rüya görme durumu ve uyanıklık hali. Derin uyku durumumuz, bilinçsiz sonsuz potansiyele benzer. Tek bilinç, kendini merkezin tam olarak ortasındaki noktaya çekmiştir ve biz de bilinçsizizdir. Uyanıklık durumunda bilinç, farkındalığı psiseler ve çemberin çevresi olan bedene kadar genişletir. Rüya görme halindeyken de sadece psiseye yani oklara kadar genişletir.

        
Özetlersek, tek bir bilinç, kendini herkes ve her şey olarak ifade etmektedir ve herkes/her şey, aynı bilincin kendini ifade etmesinden ibarettir. Yani varoluşun gizem potansiyeli, evren ve bizler olarak ortaya çıkıyor ve kendisini bu şekilde deneyimliyor/biliyor. Potansiyel içinde oluşan izlenimler "etki" ler (imprint), uygun (proper) bir "media" yani taşıt/kabuk/beden gerektiriyor ve sonsuz gizem/potansiyel/enerji, uygun bir araç / beden-zihin organizması şeklinde (proper media) tezahür ederek onunla özdeşleşiyor. Böylece gazlarla, taşlarla...vs başlayan bu süreç evrim ile nerdeyse tam bilinç de kazanarak insan olarak devam ediyor.

      Daha önce bahsettiğim gibi, aslında biz; bilinemez, tarif edilemez olanı, tabi ki kendi beyin seviyemize indirgeyerek anlatmaya, tarif etmeye çalışıyoruz. O nedenle "dediklerimiz nihai gerçeği aynen olduğu gibi tanımlıyor" diyemeyiz tabi. Ama bizim beynimizin anlamlandırabileceği bir şekilde tarif etmeye çalışmaktan başka da yapabileceğimiz bir şey yok. Bu konuda, en azından işin derininde yatan mantığı bir nebze de olsa sezebiliriz. Hiçbir mantık ve açıklama sunmadan "Allah'ın hikmetinden sual olunmaz" diyerek ya da "her şey kulluk etmemiz için yaratıldı" veya "her şey sınanmamız için yaratıldı" şeklindeki, ne kadar yanıt olduğu tartışmalı, ifadelerle yetinmek, "büyük resim" konusunda yanıt arayan herkesi tatmin etmeyebilir. İşte bu nedenle binlerce yıllık gizem geleneğinin yaptığı gibi, konuyu belli bir mantığa oturtmak çok daha makuldür. Tabi ki en nihai gerçekte / nihayetinde o, mutlak gizemdir.

                                                                      Ozan








İletişim:    mistikfelsefe@gmail.com

NOT: Bu yazı ve diğer tüm yazılar bana aittir ve hakları saklıdır. Kaynak göstermeden herhangi bir yazımı kopyalamayınız!



7 Şubat 2014 Cuma

Not: Kitabım "Mistik Tanrı" Kitapyurdu sitesinde satışa çıktı! Aşağıdaki linkten satın alabilirsiniz.



Evren, günümüz modern bilimindeki bütün gelişmelere rağmen, büyük bir gizemdir ve gizem olarak kalmaya devam edecektir. Evrenimiz önceleri, sadece güneş sistemimizden ibaret sanılırdı, o dönemlerin bilimi “evrende varolan gizemin çoğunu çözdük” iddiasındaydı daha sonra Samanyolu galaksimizin varlığı ve nihayet 1920’li yıllarda Edwin Hubble ile birlikte, galaksilerin varlığı kesinleşti. Günümüzde ise milyarlarca galaksiden söz edilmektedir!

Evren her açıdan o kadar büyüktür ki, o kadar komplikedir ki bu akılalmaz büyüklüğü hakkıyla idrak edebilmek için hayal gücümüz bile yetmez, sadece samanyolu galaksimizin dahi baştan sona büyüklüğü 110 bin ışık yılıdır. Yani ışık hızında dahi gidebilseydik,  kendi galaksimizin başından sonuna, bir ucundan diğer ucuna kadar ancak 110 bin yılda ulaşırdık ki bizim galaksimizden belki de yüzbinlerce kat daha büyük milyarlarca galaksi daha var! Evrendeki galaksi sayısı tahminimiz de gün geçtikçe artmaya devam etmektedir. Örneğin bilim, bugüne kadar “evrende tahmini olarak en az 100 milyar galaksi vardır” demekteydi ancak son zamanlarda Hubble teleskobunun “Ultra Deep field” görüşü sayesinde evrende en az 200 milyar galaksi olduğu söylenmeye başladı. Hubble uzay teleskobu, 2018 yılında emekli edilecek ve yerini “James webb” uzay teleskobuna bırakacak. Hubble`dan çok daha üstün bir teknolojiye sahip olacak olan James Webb uzay teleskobuyla gözlemleyebileceklerimiz, belki de şimdiye kıyasla hem sayı hem de nitelik bakımından çok daha farklı olacak! Üstelik bütün bu söylediklerimiz sadece potansiyel olarak gözlemleyebildiğimiz evren için! Dolayısıyla evrendeki durumumuzu anlatabilmek için, okyanustaki bir damla kadar olduğumuz örneğini kullansak bile boyut açısından ve kıyaslama açısından sadece “saçmalık” kalır. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, son 20 yılda modern kozmoloji içinde pek çok ciddi “çoklu evren” hipotezi vardır. (“Multiverse”) Kımbilir, belki de bizim evrenimiz gibi milyarlarca evren daha vardır!

Peki kendi evrenimizin acaba yüzde kaçını biliyoruz? 



Kara Madde…

Çok yakın bir zamana kadar bilim adamları, evrenin sadece protonlar nötronlar ve elektronlardan yani bildiğimiz atomlardan oluştuğuna inanıyorlardı. Bütün bunların, aslında gözlemleyebildiğimiz evrenin sadece yüzde 4’ünü oluşturduğunu bilmiyorlardı.1933 yılında, İsviçreli Astrofizikçi Fritz Zwicky, kara madde (o zamanlar “kayıp madde”demişti) kavramını ortaya atmıştı fakat bu hipotezi bilimsel çevrelerde “saçmalık” olarak nitelendi ve 40 yıl boyunca bilimsel çevrelerde hiç ciddiye alınmadı. 1970 yılında Vera Rubin, Spiral galaksilerin dönme biçimlerinden yola çıkarak “kara madde” ye ilişkin güçlü kanıtlar öne sürmüştü fakat o zamanın bilim çevreleri de, yıllar boyunca bütün bunlara “Pseudoscience” (sahte bilim) ya da bir “bilimkurgu” gözüyle bakmaya devam etti ta ki 2006 yılında 2 galaksinin çarpışmasına dair gözlem ve bunun kara maddeyle olan bağlantısı kanıtlanana kadar… Kütleçekimsel merceklenme denilen, kara maddenin içinden geçerken ışığı bükmesi ile ilgili gözlemler de, kara maddenin varlığına dair kesin kanıtlar sağladı.

Günümüzde “Kara madde” olgusunu reddeden kozmolojist ya da astrofizikçi, hemen hemen yok gibidir. Yıldızları ve galaksileri adeta birbirine bağlayan, bütün bunları bir arada tutan kara madde bildiğimiz maddeden çok daha farklıdır ve bildiğimiz maddeyle pek etkileşime girmediğinden ayrıca gözle ya da gözlemle direkt olarak görülemediğinden büyük bir gizem olarak kalmaya devam etmektedir. Kara madde, bildiğimiz maddenin içinden geçer ve ışığı da yansıtmaz. Ağırlıkları çok fazla olduğundan, galaksileri bile etkileyebilirler. Kara madde olmadan, ne bildiğimiz anlamda evren ne de yaşam mümkün olabilirdi. Bilim insanları, kara maddenin ne olduğunu anlamak için ışık vermeyen diğer maddeleri incelediler ancak hiçbirinin miktarı, kara maddenin yerçekimine olan etkisini açıklamaya yetmiyordu.  Kara madde hakkında bilinen tek net şey, onun galaksileri ve yıldızları adeta bir yapıştırıcı gibi bir arada tutmasıdır. Bütün çalışmalara, öne sürülen görüşlere rağmen kara maddenin mahiyeti günümüzde hala büyük bir sır olarak kalmaya devam etmektedir.

Karanlık Enerji…

Kara Enerji olgusunu anlamak için önce “evrenin genişlemesi” olgusunu anlamak gerekir. Bilim dünyası daha önce, evrenin statik bir olgu olduğunu düşünüyordu ancak 1929 yılında Edwin Hubble, diğer galaksilerin samanyolundan ilginç bir şekilde uzaklaştığını gözlemledi. Bizden uzakta bulunan galaksiler de, yakınımızdakilerden daha hızlı bir şekilde yol alıyordu. Böylece “evrenin genişlemekte olduğu” keşfedildi… Evrenin genişlemesi olgusu da başlı başına bir gizemdir ve bunu idrak etmemiz zordur çünkü biz, ancak uzay-mekan düzleminde düşünebilen zihinlere sahibiz bu nedenle de  “Evren neyin içinde, nereye doğru genişliyor” gibi sorular sorarız. Bu soruların cevabı kesin değildir ancak evrenin genişleme mantığını en iyi şekilde balon örneğiyle anlatabiliriz. Elimize şişmemiş bir balonu aldığımızı ve üzerine mürekkepli kalemle çeşitli noktalar karaladığımızı farzedelim. Sonra balonu alalım ve şişirmeye başlayalım… Balon şiştikçe, genişleyen balonda karaladığımız noktalar, birbirinden uzaklaşmaya başlayacaktır tıpkı genişleyen evrende galaksilerin birbirinden uzaklaşması gibi.




Bilim insanları, bu keşiften sonra, evrenin genişlemesinin yavaşlama hızını hesaplamak istediler. Çünkü kütleçekim kuvveti olan galaksiler ve her şey birbirini çekiyordu ve bu nedenle de evrenin genişleme hızı, bilinen fizik yasalarına göre zaman içinde yavaşlamalıydı hatta bir zaman sonra durmalıydı ve evren, içine çökerek, başlangıçtaki gibi tek bir nokta haline gelmeliydi. (“Big Crunch”) Yavaşlama hızı hesaplaması için çeşitli Super novaların ışıklarını birbirleriyle kıyasladılar. Supernova, ölmekte olan yıldızın muazzam bir ışık yayarak çok güçlü bir şekilde patlaması durumudur. İnce hesaplamalardan sonra bilim insanları tabiri yerindeyse, büyük bir “şok” yaşadılar. Çünkü evren, yavaşlamak bir yana, daha da hızlanarak genişliyordu! Bilinen bütün fizik yasalarına ve bilimsel ilkelere karşı gelen bu durum bilim çevrelerini çok rahatsız edebilirdi bu nedenle hesaplamalar tekrar ve tekrar yapıldı, yanlışlık olduğu düşünülüyordu ancak sonuç aynıydı: Evren artan bır hızla genişlemeye devam ediyordu! İşte bunun sorumlusu olan enerjiye, “Kara enerji” ismi verildi. Çünkü bu enerji hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, tek bildiğimiz bu enerjinin, Big Bang’in başlangıcından itibaren evrenin genişleyerek oluşmasını başka bir deyişle “yaratılmasını” sağlayan muazzam bir “itici kuvvet”olduğudur ve evreni artan bir hızla genişletmeye devam etmektedir.

Şu ana kadar bilim tarihini incelediğimizde,  “Bilim bir gün evrenin gizemlerini tek tek çözecek, hiçbir gizem kalmayacak” şeklindeki bir görüşe katılmak mantıksız görünmektedir. Çünkü binlerce yıldan beri gözlemlenen durum, her bir keşfin yeni ve daha büyük bir gizem ortaya çıkardığı gerçeğidir. Örneğin 200 yıl önce bilime göre evrenin “sırları”, şu andaki bilime göre evrenin sırlarına kıyasla, özellikle kozmoloji alanında, oldukça küçük kalmaktadır. Bilim, yeni keşif yaptıkça, yeni bir bilimsel açıklama getirdikçe, her seferinde evrenin aslında düşündüğümüzden çok daha gizemli ve bilinmeyenlerle dolu oldu gerçeğini de yanında getirmektedir. Bilim tarihini incelediğimizde, ulaştığımız sonuç budur. Örneğin klasik fizik zamanında keşifler yapıldıkça “Artık evrenin çoğu sırrını çözdük” şeklinde bir düşünce oluşmaktaydı ancak gerek genel görelilik konusuyla gerekse atom altı parçacıkların keşfiyle ve kuantum fiziğiyle bu görüş tamamen alt üst oldu…Kuantum dünyasında parçacıkların davranışları, ve genel anlamda atom altı dünyası “şoke edici” olarak nitelenmiştir. Bir başka örnek: Edwin Hubble`a kadar evrenimiz sadece samanyolu galaksisinden ibaret sanılıyordu bizim galaksimizden başka “milyarca galaksi daha” olduğu söylenince, evrenin ne kadar büyük bir gizem olduğu bir kere daha anlaşılmış oldu. Bugün ise bütün bunlar yetmezmiş gibi, “çoklu evrenler”den, “Paralel Evrenler”den, Sicim teorisinden söz edilmektedir ve bu hipotezler, 100 yıl önce bilim dünyasına sunulsaydı “saf ve yaratıcı bir bilim kurgu” olarak adlandırılacaktı.


                                                                                                                    Ozan

NOT: Bu yazı ve diğer tüm yazılar bana aittir ve hakları saklıdır. Kaynak göstermeden herhangi bir yazımı kopyalamayınız!