Yoga, ülkemizde özellikle son 20 yıldır oldukça popüler hale
gelmiş, bunun neticesinde ise bu işi ticarete dökmek isteyenler de boş durmamış
böylece pek çok ticari yoga okulu açılmıştır. Nerdeyse her derde deva şeklinde
pazarlanan bu sistem, pek çok kişiyi kendisine çekmiştir. Kilo vermek
isteyenlerden tutun da migren ağrılarını hafifletmek isteyenlere kadar, pek çok
insan çeşitli yoga okullarına yüklü miktarda paralar harcamaya devam
etmektedir. Ülkemizde (ve genel olarak batılı ülkelerde) Yoga, felsefe ve hayata bakış açısından ziyade
Yoga’nın pragmatik faydaları ile popülerleşmiştir. Bu kısa yazıda ise bundan
ziyade çeşitli yoga öğretmenlerinin “yoga felsefesi” olarak anlattıkları bazı
görüşler hakkındaki kendi fikirlerimi ifade edeceğim.
Günümüzde, mistik felsefeyle ilgili olan çeşitli dinlerin
bazı mezheplerince (Hinduizm’in Vaişnava mezhebinin Gaudiya Vaişnavizmi kolu
gibi) ve dinlerden bağımsız olarak, yoga felsefesiyle uğraşan, Yoga’nın
ülkemizde pek hoş karşılanmayan dinlerle hiçbir ilgisi olmadığını iddia eden
çeşitli kişilerce savunulan, yayınlanan çeşitli Yoga kitaplarında dile
getirilen bazı görüşler vardır. Bu görüşlerden biri, “Neden dünyadayız?”
sorusunu ya da “Ruhlar neden dünyaya gelmiştir?” “Ruhlar neden
Tanrı’dan/Kaynaktan kopmuştur?” sorusunu çeşitli şekillerde açıklamaya çalışır.
Bu görüşlerden birine göre kişilikli bir Tanrı’nın sonsuz sayıda enerjisi,
gerçekten de literal anlamda, ruhlar olarak tezahür etmiştir. Tanrı,
kendisinden tezahür ettirdiği bazı ruhları, bizzat kendisi seçip keyfi olarak
kendisinden koparmadığına göre, bu ruhların hepsi, başlangıçta sonsuz mutluluk
içinde kaynağı yani Tanrı’yı deneyimlemektedir. Ancak ne olduysa birden “Biz
özgür olmalıyız ve Tanrı’dan ayrılıp/kopup başka şekilde yaşamalıyız” diye
düşünmüşler ve böylece “kendi kendilerinin tanrısı olmak için” çeşitli
gezegenlere gitmişlerdir ya da enerjilerini kaybetmeye devam edip sonları bu
gezegenlere düşmek olmuştur. “İşte Yoga ve meditasyon da bu başlangıçtaki
mükemmel ilişki durumuna dönüş biletidir” denir. (Hatta “gerçek yoga ancak
bizden öğrenilir” şeklinde olaya yaklaşan ve işi iyice ticarete döken yoga
okullarının sayısı az değildir) Bu ve bunun benzeri görüşler, hayatı açıklamaya
çalışan, çeşitli derin sorulara yanıt vermeye çalışan görüşler içinde daha
basit/yüzeysel kalan görüşlerdendir.
Bu tip görüşler, Sruti denilen ana metinlerde bulunmamakta ancak Puranalar denilen (Özellikle Srimad Bhagavatam), görevi ana konuları literal olarak değil de, en basit şekliyle, benzetmelerle, masallarla, mitolojilerle halkın anlayabileceği şekilde anlatmak olan metinlerdeki bazı ifadelerin yorumlanmasından ibarettir. Bu ifadeler, metnin diğer bölümlerine ve Upanişadlar gibi sruti metinlere bakarak yorumlanmalı, üstelik literal yani kelimesi kelimesine alınacak metinler olmadıkları, daha üst gerçekleri anlatabilmek için oluşturulmuş mitolojiler oldukları da unutulmamalıdır. Puranalarda, pek çok anlatım mitoloji ve sembol, halkın bazı konuları anlamasına yardım etmek için vardır. Amaçları gerçeği olduğu gibi, anlaşılması zor haliyle, halka anlatmak değildir. Yukarıda literal olarak savunulan görüşe geri dönelim: En başta, eğer her şey başlangıçta gerçekten mükemmel ise, bu çok sayıda “ruh” Tanrı ile mükemmel bir ilişki içindeyse yani her şey olması gerektiği gibi ideal bir konumda ve dengede ise neden “ruhlar” bu mükemmel durumdan sıkılıp ya da bu “mükemmel” olması gereken durumdan daha iyi bir şeyler olabileceğini düşünüp Tanrı’dan ayrılmaya ya da kopmaya yahut “kendi kendilerinin Tanrısı” olmaya karar vermişlerdir? Bu ruhların hoşnutsuzluğu neydi? Eğer herhangi bir anlamda hoşnutsuzluk veya sıkılma gibi bir durum varsa, “Kopma” durumu yaşanmadan önceki Tanrı ile ruhların sevgiye dayalı bu ilişkisinin “mükemmel” olduğundan söz edebilir miyiz? Hayır. Üstelik madem Tanrı’dan “tezahür” eden çok sayıda “ruh birimi”, Tanrı ile muhteşem bir ilişki içindeyken dahi sıkılabiliyor ve başka şeyler arayabiliyor, yeni arayışlar içine girebiliyor, o halde belki milyonlarca hayat boyunca uğraşıp, hayatımızı/hayatlarımızı adayıp, yoga uygulayıp son basamaklara çıkıp “dönüş bileti” alarak ruhumuzun Tanrı ile tekrar sevgi ilişkisine başlamasından sonra da ruhumuzun yine sıkılıp Tanrı’dan kopmayı seçmeyeceğinin garantisi var mıdır? Bu böyle sonsuza kadar döngüsel bir hapis yaratır ve hiç de mantıklı bir görüşe benzememektedir.
Bir başka görüşe göre ise, her şeyin başlangıcında, Tanrı’nın Tatastha Shakti denilen enerjisinin dönüşümünden ya da tezahüründen ibaret olan ayrı ayrı bireysel ruhlar, maddesel ve ruhsal dünyaların tam ortasına yerleştirilirler. Özgür iradelere sahip olan bu ruhlardan bazıları esas “olması gereken” şekilde ruhsal dünyanın güzelliğini, Tanrı’ya hizmet etmenin güzelliğini fark ederler ve spiritual enerjinin etkisine kapılıp spiritüel dünyaya doğru kendilerini yönlendirerek Tanrı ile birlikte sonsuza kadar sürecek bir ilişkiye başlarlar, maddesel dünyalara hiç uğramazlar bile. Onlar için ne Karma ne de Samsara (Doğum-ölüm döngüsü) dolayısıyla ne de acı vardır. Ama, nedense, bazı ruhlar bu sonsuz mutluluğu anlaşılmaz bir şekilde göremez ve “özgürlük” adı altında “Ben kendi kendimin tanrısı olacağım” diyerek maya enerjisine kapılırlar ve maddesel dünyalara doğru yönelirler. Tanrı da onlar için maddesel dünyaları yaratır ve böylece o ruhlar için doğum-ölüm döngüsü (Samsara) ve Karma başlamış olur. En başta yani evrenlerin defalarca oluşum ve yıkım sürecinin (Kalpa) de başlamasından önce, ortada Karma yasası ve Samsara dahi yokken neden bazı ruhlar bazı şeyleri farklı şekilde seçecek bir biçimde değişik “kişilik” oluşturmuşlardır? Neye göre? Dolayısıyla bu, kısaca şu anlama gelir: Tanrı, kendisinden tezahür ettirdiği bazı ruhları sonsuz mutluluğu seçecek şekilde “programlıyor” bazılarını ise daha asi olacak şekilde programlayarak belki de o ruhlar için sonsuza kadar sürecek acı dolu bir serüveni (samsara) başlatıyor. Dolayısıyla böyle bir görüşün de literal olarak alınması mümkün değildir. Bu şekilde bir görüş de ancak daha derin gerçekleri anlatabilmek için oluşturulmuş alegorilerden biri olabilir sadece.
Yine bu görüşlere göre, sonsuz potansiyelin yani Tanrı’nın, en başta ruhları kendisinden tezahür ettirmesinin nedeni “sevgi ilişkisidir”. Denir ki sevgi ilişkisi için “seven ile sevilen” şeklinde düalite olması gerekir. Bu nedenle de Tanrı ruhları kendisinden tezahür ettirip sevgi ilişkisini deneyimlemeye başlamıştır. Fakat aynı şeyi “deneyimleme” için söyleyince “Tanrı, aracılığımızla kendisini deneyimliyor” deyince bu sefer de ”Tanrı, kendi içerisinde her türlü deneyime sahiptir zaten, böyle bir şey olamaz” denir. O halde bu mantıkla, aynı şeyi neden sevgi olgusu için söylemiyoruz? Yani “Tanrı, kendi içerisinde sevgi ile alakalı her türlü duyguya sahiptir o halde neden seven ile sevilen düalitesi zorunlu olsun ki?” demiyoruz? Eğer bu düalite, zorunlu olacaksa aynı şeyi deneyimleme olgusu için de söylememiz gerekir. Yani “deneyim” olgusu için de “deneyimleyen” ve deneyimlenen” düalitesi gerekir. (Dolayısıyla bunun için de tezahür gerekir) Tıpkı, sevgi olgusunun var olması için “seven” ile “sevilen” düalitesinin gerekmesi gibi. Dolayısıyla “Tanrı kendi içinde her türlü sevgiye ve deneyime sahiptir” diyemeyiz. Tanrı dediğimiz sonsuz potansiyel, daha önce defalarca ifade etmeye çalıştığım gibi, sonsuz ışığa benzer. Işığın doğası aydınlık olmasına rağmen, üzerinde yansıyacak hiçbir şey (uzay/zaman/hava..vs) olmadığı zaman paradoksal olarak “karanlık”tır. Sonsuz potansiyel olan “Tanrı” da sonsuz bilincin kaynağı olmasına rağmen kendinden başka hiçbir tezahür/ayrışma/düalite olmadan, bilinen ve bilen olmadan, deneyimleyen ve deneyimlenen olmadan, paradoksal olarak bilinçsizdir. Yoga Vasistha isimli antik metin (Adına bakılıp yanılma olmasın. Burada bahsedilen Yoga ile günümüzde uygulanan aerobik ağırlıklı ticari Yoga arasında benzerlik yoktur) şöyle der:
Bu tip görüşler, Sruti denilen ana metinlerde bulunmamakta ancak Puranalar denilen (Özellikle Srimad Bhagavatam), görevi ana konuları literal olarak değil de, en basit şekliyle, benzetmelerle, masallarla, mitolojilerle halkın anlayabileceği şekilde anlatmak olan metinlerdeki bazı ifadelerin yorumlanmasından ibarettir. Bu ifadeler, metnin diğer bölümlerine ve Upanişadlar gibi sruti metinlere bakarak yorumlanmalı, üstelik literal yani kelimesi kelimesine alınacak metinler olmadıkları, daha üst gerçekleri anlatabilmek için oluşturulmuş mitolojiler oldukları da unutulmamalıdır. Puranalarda, pek çok anlatım mitoloji ve sembol, halkın bazı konuları anlamasına yardım etmek için vardır. Amaçları gerçeği olduğu gibi, anlaşılması zor haliyle, halka anlatmak değildir. Yukarıda literal olarak savunulan görüşe geri dönelim: En başta, eğer her şey başlangıçta gerçekten mükemmel ise, bu çok sayıda “ruh” Tanrı ile mükemmel bir ilişki içindeyse yani her şey olması gerektiği gibi ideal bir konumda ve dengede ise neden “ruhlar” bu mükemmel durumdan sıkılıp ya da bu “mükemmel” olması gereken durumdan daha iyi bir şeyler olabileceğini düşünüp Tanrı’dan ayrılmaya ya da kopmaya yahut “kendi kendilerinin Tanrısı” olmaya karar vermişlerdir? Bu ruhların hoşnutsuzluğu neydi? Eğer herhangi bir anlamda hoşnutsuzluk veya sıkılma gibi bir durum varsa, “Kopma” durumu yaşanmadan önceki Tanrı ile ruhların sevgiye dayalı bu ilişkisinin “mükemmel” olduğundan söz edebilir miyiz? Hayır. Üstelik madem Tanrı’dan “tezahür” eden çok sayıda “ruh birimi”, Tanrı ile muhteşem bir ilişki içindeyken dahi sıkılabiliyor ve başka şeyler arayabiliyor, yeni arayışlar içine girebiliyor, o halde belki milyonlarca hayat boyunca uğraşıp, hayatımızı/hayatlarımızı adayıp, yoga uygulayıp son basamaklara çıkıp “dönüş bileti” alarak ruhumuzun Tanrı ile tekrar sevgi ilişkisine başlamasından sonra da ruhumuzun yine sıkılıp Tanrı’dan kopmayı seçmeyeceğinin garantisi var mıdır? Bu böyle sonsuza kadar döngüsel bir hapis yaratır ve hiç de mantıklı bir görüşe benzememektedir.
Bir başka görüşe göre ise, her şeyin başlangıcında, Tanrı’nın Tatastha Shakti denilen enerjisinin dönüşümünden ya da tezahüründen ibaret olan ayrı ayrı bireysel ruhlar, maddesel ve ruhsal dünyaların tam ortasına yerleştirilirler. Özgür iradelere sahip olan bu ruhlardan bazıları esas “olması gereken” şekilde ruhsal dünyanın güzelliğini, Tanrı’ya hizmet etmenin güzelliğini fark ederler ve spiritual enerjinin etkisine kapılıp spiritüel dünyaya doğru kendilerini yönlendirerek Tanrı ile birlikte sonsuza kadar sürecek bir ilişkiye başlarlar, maddesel dünyalara hiç uğramazlar bile. Onlar için ne Karma ne de Samsara (Doğum-ölüm döngüsü) dolayısıyla ne de acı vardır. Ama, nedense, bazı ruhlar bu sonsuz mutluluğu anlaşılmaz bir şekilde göremez ve “özgürlük” adı altında “Ben kendi kendimin tanrısı olacağım” diyerek maya enerjisine kapılırlar ve maddesel dünyalara doğru yönelirler. Tanrı da onlar için maddesel dünyaları yaratır ve böylece o ruhlar için doğum-ölüm döngüsü (Samsara) ve Karma başlamış olur. En başta yani evrenlerin defalarca oluşum ve yıkım sürecinin (Kalpa) de başlamasından önce, ortada Karma yasası ve Samsara dahi yokken neden bazı ruhlar bazı şeyleri farklı şekilde seçecek bir biçimde değişik “kişilik” oluşturmuşlardır? Neye göre? Dolayısıyla bu, kısaca şu anlama gelir: Tanrı, kendisinden tezahür ettirdiği bazı ruhları sonsuz mutluluğu seçecek şekilde “programlıyor” bazılarını ise daha asi olacak şekilde programlayarak belki de o ruhlar için sonsuza kadar sürecek acı dolu bir serüveni (samsara) başlatıyor. Dolayısıyla böyle bir görüşün de literal olarak alınması mümkün değildir. Bu şekilde bir görüş de ancak daha derin gerçekleri anlatabilmek için oluşturulmuş alegorilerden biri olabilir sadece.
Yine bu görüşlere göre, sonsuz potansiyelin yani Tanrı’nın, en başta ruhları kendisinden tezahür ettirmesinin nedeni “sevgi ilişkisidir”. Denir ki sevgi ilişkisi için “seven ile sevilen” şeklinde düalite olması gerekir. Bu nedenle de Tanrı ruhları kendisinden tezahür ettirip sevgi ilişkisini deneyimlemeye başlamıştır. Fakat aynı şeyi “deneyimleme” için söyleyince “Tanrı, aracılığımızla kendisini deneyimliyor” deyince bu sefer de ”Tanrı, kendi içerisinde her türlü deneyime sahiptir zaten, böyle bir şey olamaz” denir. O halde bu mantıkla, aynı şeyi neden sevgi olgusu için söylemiyoruz? Yani “Tanrı, kendi içerisinde sevgi ile alakalı her türlü duyguya sahiptir o halde neden seven ile sevilen düalitesi zorunlu olsun ki?” demiyoruz? Eğer bu düalite, zorunlu olacaksa aynı şeyi deneyimleme olgusu için de söylememiz gerekir. Yani “deneyim” olgusu için de “deneyimleyen” ve deneyimlenen” düalitesi gerekir. (Dolayısıyla bunun için de tezahür gerekir) Tıpkı, sevgi olgusunun var olması için “seven” ile “sevilen” düalitesinin gerekmesi gibi. Dolayısıyla “Tanrı kendi içinde her türlü sevgiye ve deneyime sahiptir” diyemeyiz. Tanrı dediğimiz sonsuz potansiyel, daha önce defalarca ifade etmeye çalıştığım gibi, sonsuz ışığa benzer. Işığın doğası aydınlık olmasına rağmen, üzerinde yansıyacak hiçbir şey (uzay/zaman/hava..vs) olmadığı zaman paradoksal olarak “karanlık”tır. Sonsuz potansiyel olan “Tanrı” da sonsuz bilincin kaynağı olmasına rağmen kendinden başka hiçbir tezahür/ayrışma/düalite olmadan, bilinen ve bilen olmadan, deneyimleyen ve deneyimlenen olmadan, paradoksal olarak bilinçsizdir. Yoga Vasistha isimli antik metin (Adına bakılıp yanılma olmasın. Burada bahsedilen Yoga ile günümüzde uygulanan aerobik ağırlıklı ticari Yoga arasında benzerlik yoktur) şöyle der:
"Tıpkı, ışığın yansıtıcı bir ajan olmadan gerçekleşmemesi gibi, sonsuz bilinç de ancak çeşitli şekillerde vücuda sahip organizmalarla kendini açığa çıkarır." Yoga Vasistha
“Sat Chit Ananda” durumu, yani sonsuz bilinç,
mutluluk, Tanrı’nın içinde ancak potansiyel olarak vardır ve bütün evren(ler)
bu potansiyelden yayılır. Yani sonsuz potansiyel/mutlak gizem, kendi içindeki
sonsuz potansiyeli, varlığa gebe olma durumunu “olura”, varlığa
dönüştürmektedir. İşte çok kısaca evrenin, bizim, hayatın anlamı budur.
Dolayısıyla sonsuz gizem, “kör edici karanlık” biz ve evren olarak tezahür
etmektedir. Aracılığımızla ve bütün canlılar aracılığıyla, kendi kendisini
deneyimlemekte, kendi içine bakmakta, kendisini gerçekleştirmektedir. Biz,
canlılar ve bütün evren, Tanrı’nın kendisini gerçekleştirmek için kullandığı,
kendi içine bakmak için kullandığı, kendisinden ayrı olmayan enstrümanlarıyız. Mö 800 yıllarına ait Brihadaranyaka Upanishad bu konuda şöyle der:
“Her şey, başlangıçta
ayrışmamış bir bütünlüktü….Sonra ayrışmayla isim ve görüntü formları gibi
göründü. O, ‘Ben yaratılışın kendisiyim
çünkü bütün bu evreni içimden yansıttım” diye düşündü ve her şey oldu….O
ayrışmamış potansiyel, kendini bilmek, kendini ifade edebilmek için hiç
değişmeden, ilüzyon(maya) sayesinde, her
bir görüntü ve form haline geldi böylece, ilüzyon nedeniyle, çok olarak
algılandı…..Zaten her şeyi algılayan da yine O`ydu” (Brihadaranyaka
Upanishad 1:4:5, 7, 10 – 2:5:19)
Yogacılar, kendi felsefelerinin dinlerle ve dinsel mezheplerle hiçbir ilgisi olmadığını iddia ederler ama evren hakkındaki çeşitli açıklamaları bazı mezheplerin yorumlarıyla nerdeyse aynıdır. (örneğin Gaudiya Vaishnavizmi ile) Sadece öğretirken çeşitli Tanrı isimlerini kullanmaktan kaçınırlar. (Krishna gibi) Çeşitli Yoga felsefelerinde kabul edilen yukarda bahsettiğim görüşler, aslında dualist (Dvaita) veya şartlı monist (Vishistadvaita) bakış açısının sonuçlarıdır ve gerçeği açıklama yolunda sadece birer basamak olabilirler, literal olarak alınamazlar. Fakat perenyal ve nihai görüş, Dvaita (Dualizm) değil, Advaita’dır. (İkilik dışı/Monist/Tekçi) Advaita; 108 Upanishad’ta, Tao Te Ching’te, Plotinus’un Ennead’larında, Çeşitli Mahayana Buddhizmi Sutralarında, Zen’de, Valentin Gnostisizminde ve Ibn Arabi gibi Vahdet-i Vücud ekolü tasavvufçularda kendisine yer bulan, evrensel bir görüştür.
Ozan
Yogacılar, kendi felsefelerinin dinlerle ve dinsel mezheplerle hiçbir ilgisi olmadığını iddia ederler ama evren hakkındaki çeşitli açıklamaları bazı mezheplerin yorumlarıyla nerdeyse aynıdır. (örneğin Gaudiya Vaishnavizmi ile) Sadece öğretirken çeşitli Tanrı isimlerini kullanmaktan kaçınırlar. (Krishna gibi) Çeşitli Yoga felsefelerinde kabul edilen yukarda bahsettiğim görüşler, aslında dualist (Dvaita) veya şartlı monist (Vishistadvaita) bakış açısının sonuçlarıdır ve gerçeği açıklama yolunda sadece birer basamak olabilirler, literal olarak alınamazlar. Fakat perenyal ve nihai görüş, Dvaita (Dualizm) değil, Advaita’dır. (İkilik dışı/Monist/Tekçi) Advaita; 108 Upanishad’ta, Tao Te Ching’te, Plotinus’un Ennead’larında, Çeşitli Mahayana Buddhizmi Sutralarında, Zen’de, Valentin Gnostisizminde ve Ibn Arabi gibi Vahdet-i Vücud ekolü tasavvufçularda kendisine yer bulan, evrensel bir görüştür.
Ozan
Tüm bu ekoller, insanların Mutlak'ı saguna brahman olarak mı yoksa nirguna brahman olarak mı görüdükleri/görmek istedikleriyle alakalı. Saguna brahman olarak kabul eden en önemli topluluk, Mutlak'ı Krishna kabul eden Vaishnava mezhebi bildiğim kadarıyla ve bu topluluğa ait bazı kesimler, Advaita Vedanta'yı asıl gerçekten sapmış/ bozulmuş olarak nitelendiriyor ve advaita düşüncesinin, aslen Vedalarda yer almadığını, sonradan ortaya atılan bir düşünce olduğunu söylüyorlar (ki bir nevi Budizmi kopyaladığını düşünenler bile var). Bununla birlikte saguna veya nirguna fark etmez, her iki yolun da kişiyi eninde sonunda Mutlak'a, yani tekilliğe ulaştıracağı düşüncesi de var. Bunlar kişisel tercihle alakalı seçimler ancak en nihayetinde hep bahsedilen bir tekillik (non-dualite) durumu var. Bu yüzden de advaita vedanta daha akla yatkın duruyor. Ancak advaita vedanta yaratıcı bir tanrı fikrini (Ishvara) barındırmadığı için ateistik bir felsefe gibi görünüyor ve bazı kesimlerde galiba bu yüzden tepki çekiyor. Siz ne dersiniz?
YanıtlaSilEvet. Advaita Vedanta bir kere saydığınız sistemler içinde zaten en eskisi. Çünkü Upanishadlar'da (MÖ 800-100) hatta Satapatha Brahmana'nın bazı bölümlerinde (MÖ 1000) açıkça ifade ediliyor. Örneğin Upanishadlarda Mahavakya denilen ünlü ve son derece açık deyişler var. "Ayam ātmā brahma" ( Ben Atman'ım. Atman da Brahman'dır) "Aham Brahmasmi" (Ben Brahman'ım), "Sarvam khalvidam brahma " (Her şey Brahman'dır), Tat tvam Asi (Sen O'sun) gibi. Dahası en eski Vedik metin olan Rig Veda'da panenteizmin temelleri atılmıştır. Rig-Veda'da Hiranyagarbha denilen varlığın ("Tanrıların Tanrısı" denilir Rig Veda'da) her şey (insanlar ve evren dahil) haline gelmesi anlatılır.
YanıtlaSilVaishnavism mezhebinin kendisi zaten yeni sayılabilecek bir mezheptir. Vaishnavaların içinde de Advaita'yı kabul edenler vardır. (Nispeten küçük bir kol. Bhagavad Gita'yı da ona göre yorumlarlar) Ancak misyoner faliyetlerle en çok uğraşan ve her yerde seslerini duyduğumuz Vaishnava kolu Gaudiya Vaishnavismi dir. (Hare krishnacılar) Onların görüşüne göre ise Advaita hatalıdır evet. "Tanrı ile ne aynıyız ne de gayrı" deyip orta yol bulmaya çalışırlar. "Tanrı ateşse ondan gelen küçük ateşleriz kıvılcımlarız" derler böylece Upanishadlarla da çelişmemeye çalışırlar. Bir de Dvaita grubu var Vaishnavaların içinde ki (nispeten küçük bir koldur) onlar tamamen ikici. Yani islam ile nerdeyse aynı teolojileri. Zaten İslamdan sonra islamın etkisiyle Hindistan'da kurılmuş bir gruptur. Vaishnavalara göre Tanrı'nın kişiliği vardır ve "Tanrı ile bir" olduktan sonra ruhlar bireyselliklerini korur. Tıpkı suya atılan taşlar gibi. HAlbuki Advaita'ya göre su damlasının suya karışması anlatımı kullanılır. İşte Advaita'dan en çok ayrıldıkları noktalar bunlardır Vaishnavaların. Advaitin ler ise Vaishnavaların yolunu da geçerli kabul eder. Çünkü o yol, bir Tanrı'ya tapınma, dua etme, tanrı'yı sevme ihtiyacı (bhakti) olan kişilerin mecburi yoludur.
Budizm, büyük Upanishadlardan (Brihadaranyaka, Chandogya gibi) daha sonra ortaya çıktığı için Advaita'yı en azından ana kaynak olarak etkilemiş olamaz. Ama şu var, Advaitayı sistematize eden Shankara, Buddhizm'i eleştirmesine rağmen ondan etkilenmiştir ve Advaita'yı anlatırken Buddhistlerin anlatım tarzını kullanmıştır bazı yerlerde. Aslında Advaita ve Mahayana Buddhizmi, özellikle Vijnanavada okulu (sadece zihin) birbirlerini etkileyerek gelişmişlerdir bu da bir gerçek. Ancak Vaishnava teolojisinin de özellikle bazı kollarının, Judeo-Christian kültüründen etkilendiğini söyleyebiliriz. Özellikle islamdan sonra kurulan okulları. (Dvaita gibi)
Advaita, kişilikli bir Tanrı fikri barındırmaz haklısınız bu yönüyle ateistik olabilir. Ancak ateizmle benzerliği öyle derin değildir.
Advaita'nın kökeni mantığı çok daha eskilere dayanır diğer sistemlerden. Ayrıca diğerlerinden çok daha yaygındır, çeşitli kültürlerde rahatça bulunabilir. (Plotinus, Lao Zi....vs)
Advaita'ya çok tepki göstermelerinin asıl nedeni tabi kişilikli Tanrı olayıdır. Bu nedenle Advaita'ya "mayavada" derler. (Boşlukçu, boşçu, boş felsefe)
Aslinda ben de shankaranin yorumuyla populerlestirdigi advaita vedantayi budizmin bir nevi kopyasi olarak gorduklerini soylemek istemistim...shankara ile daha bilinir hale gelmis sanki bu ogreti, shankaradan once advaita vedanta konusunda bu kadar etkili olmus bir isim var mi; su an hatirlayamadim.....ama evet mahavakyalar cok eski ve upanisadlarda yer aliyor zaten..aham brahma asmi ...esaden ben brahmayim demek degil mi bu arada? bazi kaynaklarda brahman olarak dense de soyleyis bicimi brahmaya isaret ediyor gibi. belki de brahman olarak "brahma"dan bahsefiyirdur ?
YanıtlaSil"Advaita" terim olarak, okul olarak ve sistematik yani formülleşmiş olarak Shankara'dan önce, Gaudapada'yı saymazsak, yoktu. "Advaita" olarak bilinmiyordu ama taa Rig-Veda'dan, Satapatha Brahmana'dan, Upanişadlar'dan beri "Ben Brahman'ım, ben her şeyim. Brahman her şeydir. Çokluk ilüzyondur, nihai gerçek tektir" "her şey nihai potansiyelin çokluk tezahüründen/ilüzyonundan ibarettir"......vs..vs olarak biliniyordu.
YanıtlaSilBrahman; sonsuz, sınırsız, sıfatsız ve biçimsiz her şeyi kapsayan potansiyeldir. Brahma ise çok sonraları Hindu mitolojisi (Puranalar) ile popülerleşmiş Hindu üçlemesinden biri olan Tanrılardan (Deva) birini ifade eder. Yani ikisi aynı şey değil.
Brahman Sanskritçe Brahma (sondaki a'nın altında çizgi var) diye yazılırken deva lan Brahma ise Brahma (Sondaki a'nın üstünde çizgi var) diye yazılıyor.