Uzakdoğu felsefelerinde, reenkarnasyon ve karma doktrinlerini de tıpkı cennet/cehennem doktrinleri gibi, “gerçekliğe 2 farklı seviyeden bakış” yoluyla incelenir. Yani göreli gerçek açısından ve nihai gerçek (hakikat) acısından… Bu iki “bakış açısı”nı birbirine karıştırmamamız gerekir. Bu konuda da rölatif gerçeklik, bizim bireyselliğimizi de hesaba kattığı için, spiritüel gelişimimiz açısından önemlidir. Yani gelişimini ve eğitimini tamamlamamış insana doğrudan hakikat öğretisi verilmez. Zaten bu, faydalı da olmaz. Bütün mistik öğretilerde olduğu gibi, bunda da önce göreli gerçeklik sonra da hakikat öğretilir.
a) Göreli gerçeğe gore reenkarnasyon ve karma
Geçmişi çok eskilere dayanan, genellikle birbirine bağlı reenkarnasyon ve karma inanışları, hem eski Mısır’da, hem eski Yunan’da, hem Hint’te hem de Sufizm’de işlenmiş konulardır. Görüyoruz ki son zamanlarda çeşitli müslüman ilahiyatçılar da karma ve reenkarnasyon doktrinlerine sıcak bakmaktadır, çünkü bu doktrinler olmadan bazı konuları açıklamak ya çok zor ya da imkansızdır. Örneğin sakat doğan çocuklar ile sağlıklı doğan çocuklar arasındaki farkı karma ve reenkarnasyon doktrini olmadan açıklamak çok zordur. Eğer dünya bir sınavsa, bu sınav neden eşit şartlarda yapılmamaktadır? Afrika`da, bir kabilede, açlık ve yoksulluk içindeki bir ortamda doğan (“hak dini” de büyük ihtimalle hiç duymayacak olan) bir çocuk ile Norveç`te yahut ABD`de bolluk içinde doğan bir çocuğun “eşit” olarak dünyaya geldikleri söylenebilir mi? Ya da dinsel açıdan bakarsak, dini bütün bir müslüman ailede doğan çocukla, çok tanrılı inanca sahip bir kabilede doğan bir çocuğun kurtulma ihtimali bakımından “eşit” şartlarda sınava tabi tutulduğu söylenebilir mi? Bu tip sorulara “Allah`ın hikmetinden sual olunmaz” şeklinde bir yanıt verirsek, bunun kendi içinde mantıklı tatmin edici bir yanıt olduğunu söyleyebilir miyiz?
Karma ve reenkarnasyon olmadan açıklanması teolojik olarak imkansız konular da vardır. Örneğin doğduktan birkaç gün sonra ölen bebekler neden doğmuştur? O bebeklerin durumu ne olacaktır? Eğer cennete gideceklerse neden biz de doğar doğmaz ölerek “otomatik” cennet biletini almadık da dünyadaki sıkıntılarla ayartmalarla boğuşmaktayız? Eğer o bebek cehenneme gidecekse suçu tam olarak nedir? Yok, o bebek ne cennete ne cehenneme, ama ikisinin ortasında bir yere, arafa gidecekse ya da Tanrı`nın onlar için ayırdığı cennet olmayan, özel bir yere gidecekse o halde o bebek demez mi “Allah`ım, bana dünya hayatını yaşamamı nasip etseydin belki çok iyilik yapacak, emirlerine harfiyen uyacak ve en yüksek cennetlere gidecektim, neden benim elimden bu şansı aldın?” Ama bütün bunların hiçbiri değilse ölen bebek sadece yok olacaksa, dünyada doğmasındaki ve ruh sahibi olmasındaki amaç ne olabilir? Bu amaç için “belki ana babasını sınav etmektir” denebilir ancak peki ya babası daha önce ölmüşse ve annesi de doğururken ölmüşse bebeğin onu tanıyan başka yakını da yoksa? Bütün bunların, teolojik açıdan, daha mekanik/karmik enerjiye bağlı bir şekilde işleyen karma ve reenkarnasyon olmadan kendi içinde mantıklı bir açıklamasının yapılması imkansız görünmektedir. Peki bunları da bir kenara bırakalım, 5 yaşında orkestra için besteler yapan ve muhteşem bir şekilde piyano çalan dahileri nasıl açıklayabiliriz? Bu tip çocukların aileleri, genelde bu çocukların daha önce herhangi bir piyano ya da müzik eğitimi de almadıklarını, bu yeteneğin, çocuk 5-7 yaşına geldiğinde aniden farkedildiğini söylüyorlar.
Karma sözcüğü kısaca “eylem” demektir ve etki-tepki yasasını ifade eder. Buna göre her yapılan eylem ya da düşünce, belli bir tepkiye sebep olmaktadır. Tepki için de etkiye ihtiyaç vardır. “Etki olmadan tepki olmaz”. Karma yasası kısaca “Ne ekersen onı biçersin” sözüyle ifade edilir. Kişinin düşünceleri, eylemleri ve davranış biçimleri, onun hem bu yaşamını hem de gelecek yaşamlarını etkileyecektir. Dolayısıyla ortada “tesadüf” diye bir olgu yoktur. Kişinin başına gelen her şey ya da kişiğini oluşturan çeşitli “eğilimler” de karma yasası ile açıklanır. Örneğin sakat doğan bir bebek, “tesadüf” eseri o şekilde doğmamıştır. Çeşitli karmik birikimlerin birleşimi, bebeğin o şekilde bir bedene sahip olmasını tetiklemiştir. Bu durum, “ceza” ile karıştırılmamalıdır. Karma ceza değil, sonuçtur. Cezayı veren bir Tanrı yoktur. Bunu şu örnekle anlayabiliriz. Bir deniz düşünelim ve bu denize karma diyelim. Tanrı, denizi (Karma kanununu) yaratmıştır ama deniz kendiliğinden bir "ceza kaynağı" değildir, eğer kişi yüzmeyi iyi biliyorsa denizden zevk alır, eğer bilmiyorsa boğulup ölebilir. Yani denizden iyilik mi kötülük mü bulacağı, yine kendisine bağlıdır eğer denizden kötülük bulursa (boğulursa) bu denizin veya denizi yaratan Tanrı'nın ona ceza verdiği anlamına gelmez. Kişi, kendi kaderini kendi yaratmıştır çünkü. Öğretiye göre, Karma, yani etki her zaman yaratılmaz. Etkinin olabilmesi için, bir objeyle ilgili bir istek ya da objeyle alakalı bir niyet, özel bir düşünce üretmeliyiz. Bu eyleme dökülse de dökülmese de bir karma oluşturur. Örneğin yolda giderken bir ağaç görürüz ya da bir taş görürüz, onların birer “ağaç” ve “taş” öldüğünü idrak ederiz ancak onlarla ilgili zihnimizde başka bir düşünce oluşmaz, üzerlerinde düşünmeyiz, onlarla ilgili herhangi bir istek, beğenip beğenmeme durumu oluşmaz. Ya da yolda yürürken hiç farkında olmadan bir karıncayı ezip öldürürüz ya da nefes alıp verirken bile pek çok mikroorganizmayı, farkında olmadan öldürmekteyiz. Bunlar da herhangi bir karma oluşturmamaktadır. (Şunu da söylemeden geçmeyeyim: Bu konuda Caynizm inancı gibi küçük istisnalar da vardır. Caynalara göre bu bile karma yaratmaktadır bu nedenle mümkün olduğu kadar az kötü karma yaratmak için maske takarak dolaşırlar, hatta intihar ederler)Ancak örneğin, bir ağaca ya da taşa bakıp onu beğenip beğenmeme gibi bir zihinsel durum oluşursa bu karmık enerji yaratır. Ya da yolda yürürken bilerek bir karıncanın üzerien basarsak bu da karma yaratır.
Karma`nın doğuştan gelen fatalistik yönlerini saymazsak (örneğin normal beden/engelli beden gibi) günlük yaşantımızdaki ve başımıza gelen her olaydaki işlevine “yüzde yüz deterministik” diyemeyiz. Yani “Karma nedeniyle şu bu şekilde bir kader yazıldı ve bu, istisnasız her olayda noktası virgülüne gerçekleşecek” şeklinde bir düşünce tam olarak doğruyu yansıtmaz. Karma, niteliğine göre bir etki yaratır. Örneğin karma eğer güçlüyse, bizim başımıza gelecek bir olaya direnmemiz, güçlü bir akıntıya karşı kürek çekmek gibi olur. Akıntının gücü, karmanın gücüne bağlıdır. Bu akıntıya karşı gelmek çok zor olsa da, imkansız değildir. Ancak öyle karmik birikimler vardır ki akıntısına karşı gelmek imkansız hale gelir. Buna karmanın deterministik yönü denir. Ancak bu, başımıza gelen olaylardan ancak küçük bir kısmını kapsamaktadır.
Reenkarnasyon, kişinin başka bir bedende yeniden doğması inancıdır. Kişi eylemleriyle, düşünceleri, istekleri ve arzularıyla sürekli bir “etki zinciri” yaratır. Bu etkilerin ancak çok az bir kısmı sadece tek hayatta tepkiye dönüşebilir. Geri kalan etkiler ayrıca önceki hayatlarda birikmiş ve açığa çıkamamış etkilerin bir bölümü, bir tür “enerji” yaratır ve kişi öldükten sonra da bu enerji, açığa çıkmak için yeni bir bedenin oluşumunu tetikler. Peki bu etkiler nereye yönelik olmaktadır ya da bu etkiler nereye “kaydedilmektedir”? Fiziksel bedene ya da beyne olamaz çünkü bunlar ölümle birlikte tamamen yok olurlar. Bunu açıklamak için de “astral beden” ya da “süptil beden” kavramı kullanılır. Buna göre, karmik birikimler astral bedene ve ona ait enstrümanlara/bileşenlere kaydedilmektedir.
Reenkarnasyon sadece bu dünyada olmaz. Zira çeşitli Hint metinleri, gezegenlerin ve boyutların sayısız olduğunu söylemektedir. Dolayısıyla kişi illa bir insan olarak doğmak zorunda olmadığı gibi, illa ki bu dünyada doğmak zorunda da değildir. Belki de niteliklerine hayal gücümüzün dahi yetmeyeceği bir varlık olarak başka bir gezegende, belki de başka bir boyutta başka bir “şey” olarak doğacaktır. Yani “Reenkarnasyon varsa dünyada neden insan sayısı artıyor” ve benzeri sorular,bu açıdan bakınca pek mantıklı görünmemektedir.
Bhagavad Gita, reenkarnasyon konusunda şöyle der:
“İnsanın eski giysilerini çıkarıp yenilerini giymesi gibi ruh/bilinç de kullanılamaz hale gelen eskimiş bedeni bırakarak yeni bedenlere bürünür” (Bhagavad Gita 2:22)
Mevlana, reenkarnasyonu şu sözlerle anlatır:
“Ben cansız varlıkken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum; bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim. Hayvan olduktan sonra yine öldüm, insan oldum; öyleyse ölmekten korkulur mu? Hiç daha kötüye dönüştüğüm, alçaldığım görüldü mü?”
Reenkarnasyonu, çeşitli hava akımlarının birleşmesinden oluşan hortumlara benzetebiliriz. Hava akımı, tozları, kağıt, toprak ve çeşitli materyalleri bünyesine alarak “hortum” diye tanımladığımız bir biçim/vücut oluşturarak sağa sola doğru hareket eder. Hareket eder ve oluşturduğu toz ve madde formunu kenara bırakır ancak benzer formları başka şekillerde oluşturarak başka yöne doğru gitmeye devam eder. Okyanus üzerinde oluşursa bu sefer kendine bir su biçimi oluşturur. Aynı şekilde, karmık birikimler de Sanskritçe Prana denilen bir güç oluştururlar bu güç, kendisini bir madde (vücut, beyin…) ile ifade eder. Tıpkı dönen hava akımının kendisine maddelerden oluşmuş bir şekil/vücut yaratması gibi, karmik birikimler de kendisine bir organizma yaratır ve onu şekillendirir. Çeşitli hava akımlarının bir hortum şeklini bırakıp başka bir şekil alarak yoluna devam etmesi gibi, karmik birikimler de bir vücudu bırakır ve başka bir vücut oluşturarak onu yönlendirmeye devam eder. İlgili hava akımının kesilinceye kadar, yani akım gücü tükeninceye kadar kendisine çeşitli hortum biçimleri oluşturmaya devam etmesi gibi, karmik birikimler de tükeninceye kadar kendisine vücut oluşturmaya devam eder. (Reenkarnasyon)
Peki öğretinin bu kısmına kadar tamam ancak sadece bir tek evrensel ruh varsa ve bireysel ruhlar (jivatman) ilüzyondan ibaretse beden alan “şey” tam olarak nedir? Eğer ruh/Atman, her birimizdeki kişileştirilemeyen ve ortak tanık ise ve bir ise, reenkarne olan baska baska ruhlar da ne oluyor? Bedenden bedene gecen insan ruhlari ne oluyor? Ayrıca ruh mükemmel ise beden alıp “gelişen” şey nedir?
Yeniden beden alarak gelişen kendini geliştiren şey tabi ki evrensel ruh yani bu “tanık” değildir. Bedenden bedene girerek farklılaşan, egoya sahip olan, diğer insanlarınkinden ayrı olan şey de evrensel ruh değildir. Sadece lafın gelişi “ruh beden aldı” denir. Yine "Süptil beden" ya da Astral beden denilen bir kavramdan bahsedilir. “Bedenden bedene giren şey, astral beden ve beraberinde taşıdığı yatkınlıklar, akıl, eğilimler ve kişilik özellikleridir” denir. Hafıza çoğunlukla bedenden bedene taşınmaz ve beyinle birlikte ölür ancak sadece çok ani, istisnai ölümlerde taşınabilir ve kişi bu durumda çocukluk döneminde geçmiş hayatını hatırlayabilir. Yani o tanık/ruh hep vardır ve diğer her şeye gücünü verir ancak kendisi herkeste ve her bedende aynıdır. Evrensel ruhun, belli bir beden/zihin oluşumlu organizmayı kapsayarak işlev görmesine ise “bireysel ruh ilüzyonu” ya da bireysellik denir. Bu konuda tekrar, çeşitli su yüzeylerine yansıyan ay ışığı örneğini kullanabiliriz. Bir tane ay (evrensel ruh) vardır ancak ilüzyon sonucu çok sayıdaymış gibi (su yüzeylerine yansıyan ay) görünür. Yukardaki “bedenden bedene girip gelişen şey nedir” sorusuna da kısaca “astral beden ve beraberinde taşıdığı yatkınlıklar, akıl, eğilimler ve zihin” şeklinde yanıt verebiliriz.
Astral beden denilen kavram da aslında reenkarnasyon aşamalarında hayatlar arasında bir bağ olduğunu anlatmanın başka bir yoludur. Yani astral bedenin, herhangi bir anlamda bir “ruh” değil de, kişinin yaşadığı hayatlar arasında bağlantıyı sağlayan bir ilke olduğunu söyleyebiliriz.. Kaba bedenin daha süptil hali denilen Astral bedenin de kişiliğinin olmadığı söylenir, yani o sadece eğilimleri, öz olarak var olan yetenek potansiyellerini, kavrama becerisini, kişinin mizacını belirleyen öz halindeki etkileri, yatkınlıkları bir sonraki karaktere taşıyan bir kanun/ilkedir. (Hafıza çoğunlukla taşınamaz) Kişilik, hafıza…ve bunun gibi olgular tabi ki beynin bir özelliğidir. Ancak astral bedenin taşıdığı bu tohumlar, beynin belli, spesifik bir hale gelmesini sağlar diyebiliriz.
b) Nihai gerçeğe göre reenkarnasyon ve karma
Mahayana Buddhizm`inin kisa ama en onemli sutralarindan biri olan kalp Sutrasinda, bu nihai bakis acisi son derece net bir sekilde soyle ozetlenmistir:
"…Bütün fenomenler aslında "boşluk"tur. Hiçbir şey ne yaratılmıştır ne yok edilmiştir,ne artar ne de azalır. Bu nedenle bu "boşluğa" dahildir her şey. Boşluktan başka ne formlar vardır, ne duygular ne algılamalar ne oluşumlar ne de zihin vardır. Kulak da yoktur göz de yoktur zihin şuuru da yoktur. Cehalet yoktur, acı yoktur, ne yaşlılık vardır ne hastalık, ne doğum vardır ne de ölüm. Ulaşılacak bir şey de yoktur. Buddhalığa ulaşanlar bu gerçekliği kavrarlar." (Kalp Sutrası)
Yukardaki bölümde açıklamaya çalıştığım karma ve reenkarnasyon inancı, göreli gerçeklik boyutuna aittir. Yani birey/ben olgusu gözüyle bakıldığında önümüze reenkarnasyon ve karma çıkar. Bunu anlayabilmek için dağ örneğini kullanabiliriz. Çok yüksek bir dağa tırmanan birini düşünelim. Bu kişi, dağa tırmanmaya yeni başladığında etrafına bakar ve bir manzara görür bu manzara, kişinin o anda ve o seviyede görebildiği gerçeklik boyutudur. Görebildikleri sınırlıdır ve idrakı da bu sınırlı verinin yorumlanmasıyla oluşur. Kişi tırmanmaya devam ettiğinde küçük tepeciklerie ulaşır ve yine etrafına baktığında bu sefer , ilkine gore daha geniş bir manzara görebilir, görüş açısı genişlemiştir ve ilk baktığına kıyasla, etrafındaki gercekliği daha ayrıntılı görebilmektedir. Kişi dağın zirvesine vardığında ve artık, tırmanacak herhangi bir “dağ” kalmadığında kişi yine etrafına bakar ve “hakikat”i görür. Bütün bir şehir kasabalar köyler ve bütün manzara gözlerinin önündedir, etrafındaki gerçekliği bütünüyle görebilmektedir artık. Dolayısıyla idrak seviyesi de buna gore olur. “Hakikat” bilgisine ulaşmıştır. Kişi, bizzat kendisi, dağa tırmanmadan, birilerinin anlatmasıyla, zirvenin ve manzaranın kendisine tarif edilmesiyle asla bu şekilde bir görüş açısına ve idrak seviyesine ulaşamaz. Bazı şeyleri illa ki kendisi yaşamalı ve deneyimlemelidir. Dağa tırmanmaya en baştan başlamalıdır. Yolun ortasından ya da üstlerinden değil, en baştan….İşte hakikat öğretisine ulaşmak için de once bireysellik, bireyselliğin ne olduğu ve ona bağlı öğretiler (reenkarnasyon ve karma dahil) idrak edilmeli sonra daha üst bilgiler için “tırmanmaya” devam edilmelidir. Kişi bu yolda, bizzat kendisi deneyimlemelidir. Mistik öğretilerde deneyimlemenin önemi büyüktür. Zen’de işte bu nedenle, kutsal yazılara “Doğru yolu gösteren bir parmak” gözüyle bakılır. “Kutsal yazılar yolun kendisi değildir ama yolu gösteren bir parmaktır. O yolda kendiniz yürümelisiniz” denir. Meditasyon ve yoga uygulamalarının amacı da sezgi yoluyla “yol”u deneyimlemektir. Hakikat bilgisini okuyarak onu anlayamayız, okuduklarımız bize yol gösterir ancak yolun kendisini bizzat yürümeden, bu öğretileri hakkıyla “idrak” edemeyiz ve aydınlanamayız. Teorik bilgimiz ne kadar çok olursa olsun…
Gerçekliğin doğasını anlamak yolculuğunda rölatif algılama seviyelerini anlatmak için Buddhist Pali Kanon’da güzel bir hikaye vardır. Aynı hikaye, çeşitli varyasyonlarla pek çok dinsel/felsefi metinde de yer almıştır: Bir gün değişik yörelerden, farklı inançları olan birkaç bilgin Tanrı hakkında tartışmaya başlamış. Her birinin Tanrı hakkındaki görüşü farklıymış ve bu konuda,aralarında ortak nokta bulamayınca bir gün Buddha’nın yanına gelmişler ve bir de ona sormak istemişler. Bunun üzerine Buddha, onlara şu hikayeyi anlatmış. Bir gün bir kral, yanındaki hizmetkarlarına, 6 tane kör adam ile bir tane fil getirmelerini buyurmuş. Fili küçük bir odaya kapatmışlar. Kral körlere dönmüş ve “şimdi sizden içerdeki varlığı 1 dakikada tanımlamanızı istiyorum” demiş. Körler sırasıyla odaya girip file dokunmaya başlayıp, onun nasıl bir varlık olduğunu anlamaya çalışmışlar. İlk kör adam filin gövdesine dokunmuş ve “Bu şey aynen düz bir tahta gibi,onun azıcık daha yumuşağı, dümdüz” demiş. İkinci adamın eline ise filin hortumu denk gelmiş. “Bu varlık yuvarlak ince uzun bir şey ama kesinlikle düz değil” demiş. Üçüncüsü, filin kuyruğuna dokunmuş “Kesinlikle bir yılan gibi”demiş. Dördüncüsü filin ayaklarına dokunmuş, onun bir ağaç türünü andırdığını söylemiş. Beşincisi kulağına dokunmuş, “yassı bir şey” demiş, altıncısı ise kafasına dokunup büyük bir su kabına benzediğini söylemiş. Böylece körler kendi aralarında tartışmaya başlamışlar. Bunun üzerine kral, hepsini çağırmış ve her birinin haklı olduğunu ama hiçbirinin fili tam olarak algılayamadığını söylemiş.
Reenkarnasyon ve karma inanışı da, yukarda bahsettiğim hikayelerdeki örneklere benzemektedir. Gerçekliğin daha alt seviyelerinde karşımıza çıkan öğretilerdir bunlar ve öğretiyi alan kişi için çok yararlıdır, onu motive eder, daha üst öğretileri anlaması için bir basamak görevi görür ve çeşitli davranışları için rasyonel temel sağlar. Zaten bir yanılsama olan bireysellik çerçevesinden değil de, “hepimiz biriz” anlayışının da kaynağı olan hakikat penceresinden baktığımızda, bireysel karmanın veya reenkarnasyonun, hatta doğum ve ölümün dahi, gerçekliğinden söz edemeyiz. “Ben” dediğimiz olgu, gerçek anlamıyla doğmamıştır ki ölüp yok olsun ya da reenkarnasyonla yeniden doğup ölsün. “Ben” dediğimiz olgu, nihai anlamda bir yanılsamadan ibarettir. Ömer Hayyam bir rübaisinde şöyle der:
"Varlığın sırları saklı senden, benden; Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin, ne ben. Bizimki perde arkasında dedikodu. Bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne de ben.”
Sufizm terminolojisini kullanarak tekrar edersek diyebiliriz ki, karma ve reenkarnasyon öğretisi; şeriat, tarikat ve marifet kapılarında öğretilse bile, hakikat kapısına gelince artık bunlar “aşılır” çünkü o seviyede idrak edilir ki ortada ne “ben” vardır ne de “sen”. Dolayısıyla, “ben” ve “sen” yoksa reenkarnasyonun da varlığından söz edilemez. Ancak “ben” dediğimiz olgunun, ayrı ayrı “ben”lerin, egoların varlığı kabul edilirse, birlik degil çokluk yani ilüzyon içinden bakılırsa ortaya reenkarnasyon ve karma öğretileri çıkar.
Peki hakikat penceresinden bakınca bu öğretileri nasıl açıklayabiliriz? Mükemmel olmasa da şöyle bir örnek verebiliriz: Sonsuz potansiyeli, büyük ve elastik, içinde hiçbir ayrışma olmayan homojen bir oyun hamuruna benzetelim. Bu hamurdan, çekerek ancak tamamen koparmayarak, küçük kalıplar çıkardığımızı varsayalım. Her bir kalıba farklı şekiller verelim, formunu değiştirelim. Kimini uzun, kimini kısa, kimini büyük, kimini küçük yapalım, Daha sonra bunlardan bazılarını insan, bazılarını kedi, köpek, tavşan, uçak, araba şeklinde yapalım. İşte, hamurdan koparmadan çekerek çıkardığımız her bir farklı kalıp, ayrı ayrı egolardır, “ben “sen”dir. Her biri ayrı bir form ve isim kazanmıştır. İlüzyon ya da daha alt seviye bir gerçeklik penceresinden bakınca, hepsi birbirinden farklıdır. Onları birbirlerinden ayıran şey şekil ve işimdir.Ancak hakikatte, onlar hamurdan başka bir şey değiller, ne hamurdan ayrılar ne de birbirlerinden… Hepsi “bir”dir. Bu hamurdan, koparmadan kalıp çıkarma işlemi “doğum”dur. Kalıp çıkarılarak şekil verilen formun bozulup, baştaki gibi tekrar “sadece hamur” durumuna getirilmesi ise ölümdür. Buna formun kaynağında yani hamurun içinde “özümlenmesi” de diyebiliriz. Form, bozulup hamura döndükten sonra, yeni oluşturacağımız kalıp, öncekine ait olan çeşitli “parçalar” içerecektir: Çeşitli yetenekler, önceki hayata ait çeşitli hatıralar, düşünceler, izler gibi. Örneğin 5 yasında senfoni orkestraları için eserler besteleyen, mükemmel bir şekilde piyano çalabilen çocukların yetenekleri gibi. Bu tip bir yetenek için, görünürde “Bu çocuk önceki hayatında ünlü bir piyanist, iyi bir besteciydi” deriz. Fakat anlamamız gereken şudur ki bu yetenek, herhangi “birinin” yeteneği değildir. Kişiliksiz sonsuz potansiyel içinden ortaya çıkan bu yetenek, o 5 yasındaki çocuğa ait değildir, sonsuz ve belli bir kişiliği olmayan o potansiyele aittir.
Dolayısıyla diyebiliriz ki nihai gerçeklik penceresinden bakınca, karma/etki-tepki yasası vardır ancak kişisel değildir. Her şey, sonsuz potansiyelin işlemesinden, kendini açığa vurmasından ibarettir. Örneğin potansiyel içinde oluşan etkiler tepkiye neden olur ve potansiyel, belirli zihinsel/davranışsal karakteristik özelliklere sahip olan bir organizma tahayyül eder ki o tepkinin açığa çıkmasını sağlayacak davranışlar/eylemler oluşsun. Böylece potansiyel, kendisini çeşitli karakteristik özelliklere sahip belirli organizmalar/canlılar olarak açığa vurur. Buddha bu öğretiyi anlatabilmek için şöyle der:
“Aci vardir fakat gercekte aciyi ceken biri yoktur. Mutluluk vardir fakat gercekte mutlulugu yasayan biri yoktur. Yapilan eylemler vardir fakat gercekte bunlari yapan yoktur. Yol vardir fakat gercekte bu yolda giden yoktur.”
Mevlana, Mesnevi`de soyle der:
“Biz bir ney gibiyiz, icimizdeki muzik senden…Biz, bir dag gibiyiz, icimizdeki yanki senden. Biz bir satranc gibiyiz, yenilgi ve galibiyet senden. Biz aslinda yokuz, biz seklinde tezahur eden mutlak gercek sen!” (Mesnevi 1. Cilt)
Devam edecek.
OZAN
NOT: Bu yazı ve diğer tüm yazılarım tamamen bana aittir ve hakları saklıdır. Kaynak göstermeden herhangi bir yazımı kopyalamayınız!
Gene çok güzel bir yazı olmuş, elinize sağlık... Benim de nacizane bildiğime göre bir çok farklı boyut var evet; ancak aydınlanma yalnızca "Dünya" boyutu üzerinde olabiliyor çünkü iyi ve kötünün eşit oranda bulunduğu yer, Dünya. Tekamül de ancak aydınlanma ile tamamlanacağı (belki de başlayacağı) için her ruhun (ya da dediğiniz gibi sübtil bedenin), karmaları gereği farklı boyutlarda varlığını bir süre sürdürdükten sonra mutlaka Dünya üzerine dönmesi gerekiyor...
YanıtlaSil