15 Temmuz 2014 Salı

Dua ve işlevi

Dua ve işlevi nedir?

Dua, Tanrı`dan çoğunlukla maddi ya da manevi “bir şey isteme” aracı olarak algılanmaktadır. Tanrı`dan “zenginlik, para” isteriz, bazılarımız ev, bazılarımız araba, bazılarımız hayırlı bir eş, bazılarımız ise sağlık ve sıhhat… Bazen de aşık olduğumuz insanın, sevdiğini bırakıp bize dönmesini, bizim nasibimiz olmasını isteriz. Hatta bunun için adaklar adayanlarımız dahi vardır. Bu isteklerimiz gerçekleşince seviniriz, dünyalar bizim olur, gerçekleşmeyince ise ya çok üzülürüz ve hayal kırıklığına uğrarız ya da konunun üzerinde pek durmayız, “zamanı gelmemiş”, “kısmet değil demek ki” der geçeriz.

Peki duanın rolü gerçekten nedir? Dualarımız gerçekten de kabul olur mu? Ekstrem bir örnek verelim, 100 tane kanser hastası var diyelim, farzedelim ki bu hastaların birbirlerinden haberleri yok. Hepsinin de inançlı insanlar olduklarını varsayalım. Bu insanlardan her biri, iyileşmek için tüm yürekleriyle Tanrı`ya dua etsinler. Sonuç olarak varsayalım ki 100 kişiden 50`si iyileşti, 50`si ise iyileşmedi… İyileşen 50 kişiden pek çoğu, “dualarımız kabul oldu” diyecektir hatta belki de aralarından, “duanın mucizesi”, “duanın akıl almaz, inanılmaz gücü”, “Duayla hayatım nasıl değişti” konulu yazılar ya da kitaplar yazanlar dahi çıkacaktır, bunları okuyanlar da “vay canına” diyerek bu “mucize”ye şahit olmuş olacaklardır. Diğer 50 kişi arasından ise belki de sırf duaları yanıtlanmadığı için, Tanrı`ya inançlarını kaybedenler olacaktır. Halbuki bu 100 kişiden hiçbiri dua etmeseydi yine benzer iyileşme oranları olacaktı. Yani dua edip de iyileşen 50 kişi, hiç dua etmeseydi de iyileşecekti yahut dua edip de iyileşmeyen diğer 50 kişi ettiklerinden 2 kat daha fazla ve “yürekten” bir şekilde dua etselerdi de yine iyileşmeyeceklerdi…

Mistik felsefe der ki, su yolunu bulur. Biz ne yaparsak yapalım, olacak olan bir şey olur, olmayacak olan şey ise olmaz. Diyebiliriz ki bu felsefede, göreli gerçeklik boyutundan bakınca bir özgür irade anlayışı gözükse de hakikat penceresinden baktığımızda mutlak bir kader/alınyazısı anlayışı hakimdir. Çünkü daha önce de üzerinde durduğum gibi, biz Tanrı denilen sonsuz potansiyel okyanusunun üzerinde oluşan dalgalar gibiyiz yahut Tanrı dediğimiz olgunun zihninde oluşan karakterleriz. Biz sonsuz potansiyelin oynadığı/ büründüğü oyuncularız, evrende hayat sahnesi bir tiyato gibidir.

Zaten objektif ve mantıklı açıdan baktığımızda kader ve dua anlayışının aslında çeliştiğini görürüz. Eğer biz duayla ya da başka bir şeyle “yazılmış” olanı değiştirebiliyorsak ya da Tanrı duayla bunu bizim yerimize değiştiriyorsa zaten “kader” diye bir olgudan söz edemeyiz. Çünkü alınyazısı denilen şey dualarla değişen bir şeyse zaten ona “kader/alınyazısı” denemez. Eğer böyle olsaydı, yürekten dua eden ya da yürekten dua etmeyi öğrenen herkes istediği gibi bir hayat yaşardı.

Eğer öyleyse dua nedir peki? Gerçek dua, Tanrı`dan bir şeyler istemek değil, “yazılana” razı olmaktır. Gerçek duanın ne olduğu İncil`de güzel açıklanmış:

Matta 6:7-10 “…Babanız nelere gereksinmeniz olduğunu siz daha O`ndan dilemeden önce bilir. Bunun için siz şöyle dua edin: `Göklerdeki Babamız, Adın kutsal kılınsın. Egemenliğin gelsin. Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de Senin istediğin olsun”

“Yazılana razı olmak” derken, tembelliği ve çalışmamayı kastetmiyorum tabi ki. Zaten alın yazısında çalışmak ve harekete geçmek varsa, biz istesek de duramayız, tembellik yapamayız yahut yazıda çalışmamak tembellik yapmak varsa biz istesek de harekete geçemeyiz. Bir insan fakirlik içinde doğmuştur ama bir anda “kaderimle savaşacağım” deyip uğraşmaya didinmeye başlamış ve biraz şansının da yardımıyla zengin olmuş, rahat yaşamaya başlamıştır ve bu kişi belki de içinden “Kaderimi yendim” şeklinde düşünür. Halbuki alınyazısında fakirlik ve bir anda çalışıp didinmesi, sonrasında ise zenginlik yazmaktadır. Öyle ki o kişi, zaten istese de, zamanı geldiğinde çalışmadan didinmeden duramazdı.

Dediğim şey şudur: Bir bilge, içinden, her şeyin zaten olması gerektiği gibi olduğunu bilir ve bunun verdiği iç rahatlığıyla, zühd ile zevk ile kendinden geçer. İşte gerçek dua bu tefekkür halidir. Öyle ki hayatın/kaderin zaten her şeyi rayında tuttuğunu, istese bile raydan çıkamayacağını bilir. Dolayısıyla artık hayatı “kötü” de gitse “iyi” de gitse, içinde derinlerde bir yerde, “her şeyin yolunda olduğu” hissinin verdiği huzuru hisseder.

Bununla beraber, çeşitli mistik sistemlerin giriş seviyelerinde, dua etmek meditasyon amaçlı kullanılmaktadır. Yani kişinin Tanrı`dan bir şeyler istemesi, Tanrı ile konuşması o kişiyi rahatlatmakta ve spiritüel gelişimine destek olmaktadır. Bu nedenle genelde ustalar, dua eden öğrencilerine karışmamakta hatta onları teşvik etmektedir. Öğrenci yukarı seviyelere doğru çıktıkça zaten bir şeyler isteme amaçlı dua etmeyi kendiliğinden bırakmakta, onun için dua, bir önceki paragrafta bahsettiğim tefekkür ve coşkunluk haline gelmektedir.


Ozan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder