29 Ağustos 2014 Cuma

Dünya/evren bir ilüzyon

  Evrenin bir İlüzyon ya da “hayal” olduğunu söylemek, onun hiç var olmadığını iddia etmek demek değildir. Fakat onun, bizim sağduyumuz ile algıladığımızdan çok daha farklı olduğu gerçeğidir. Karanlıkta bir ipi yılan sanarak korkmamız gibi… Bu örnekte “Yılan” diyerek korktuğumuz o madde için “yoktur” diyemeyiz ancak o ipi yılan biçiminde görerek ilüzyona düşmüşüzdür. Diyebiliriz ki görünen evren, bize nihai evrenin bir gölgesi konumunda gözükür. İlüzyon algılarımızdan yanlış sonuçlar çıkarmaktır. Örneğin bir sihirbazın, bir insanı ikiye bölme numarasını gören bir çocuk, bu ilüzyonu büyük ihtimalle “gerçek” sanacaktır. Fakat bir yetişkin, çocukla tamamen aynı şeyleri görmesine rağmen hatta numaranın nasıl yapıldığı hakkında hiçbir fikir sahibi olmasa bile, bunun gerçek değil bir ilüzyon olduğunu bilir. Görülen şey, her zaman gerçekte olan şey değildir.

  Aynı şekilde biz de “yaratılış”ı görüyoruz, ayrı ayrı bireyleri, objeleri ve dış dünyayı görüyoruz ve bunun nihai anlamda gerçekten de “ayrı” nesneler olduğuna inanıyoruz. Fakat “aydınlanan” bir insan, diğer insanlarla tamamen aynı şeyleri görse bile nihai anlamda bunun bir yanılsama olduğunu, gerçekte sadece bir özün olduğunu, diğer her şeyin bunun bir görünümü olduğunu bilir.

Gerçeği görmek…

  Immanuel Kant, şeylerin ve evrenin gerçek doğasını bilemeyeceğimizi söylemişti… Peki gerçekten her şeyin aslıyla direkt olarak muhattap oluyor muyuz? Duyularımız sadece çok kısıtlı alanda faaliyet gösteriyor. Örneğin bir yarasanın gördüğü şeyleri göremeyiz, bir köpeğin kokladığı şeyleri koklayamayız ya da arıların gördüğü gibi göremeyiz, yunusların duyduğu şeyleri duyamayız. İnfrared ya da x ışınlarını göremeyiz. Saniyede milyonlarca nötrino parçacığı vücudumuzun içinden geçip gidiyor ama biz bunları ne görebiliyoruz ne de hissedebiliyoruz.

  Farkında olduğumuz şeyler de sadece geçmişteki şeylerdir. “Şu an”da neler olup bittiğini bilmiyoruz. Örneğin bir yıldıza bakıyoruz, üstelik bize yakın olanına, biz o yıldıza bakarken aslında onun yıllar önceki haline bakabiliyoruz. Çünkü bilgiyi de beraberinde getiren ışık ancak o kadar zamanda bize ulaşabiliyor. Dolayısıyla biz yıldıza bakarken belki de çoktan o yıldız yok oldu… Diyelim ki güneşimiz aniden buharlaşıp yok oldu!Biz ise 8 dakika boyunca hem güneşi her zamanki gibi görürüz, hem de ısısını hissedebiliriz! Hatta güneşin bir anda yok olduğunu varsayalım, dünya bile yörüngesinden dakikalar sonra çıkar! Bu tip şeyler sağduyumuza “aykırı” gelse bile gerçek budur. Uzaktaki yıldız örneğini geçelim, önümüzdeki herhangi bir nesneye bakarken bile o şeyin “an”daki haline bakmıyoruz. Aynı şekilde bir nesneyi duyarken, ona dokunurken, tadarken de “an”daki haliyle muhattap olmuyoruz. O şeyle ilgili bilgi, ışık hızıyla yani limitli bir hızla geliyor bize. Üstelik ışık ile bu bilgi çok hızlı gelse de, duyu organlarının ilettiği sınır sinyalleri beyne gidiyor ve beyinde çevrilip yorumlanana kadar belli bir süre geçiyor. Örneğin şimşek çaktığında önce ışığını görüyoruz çünkü ışık sesten çok daha hızlı hareket ediyor. Sonra da sesini duyuyoruz. Şimşeğin ışığı da sesi de aslında geçmişten gelen olgular…

  Duyularımız da sadece belli ve dar bir frekansa kadar olan dalgaları alarak beynimize göndermektedir. “Gerçeklik” dediğimiz şey dışarıdaysa zaten bunun çoğu duyularımız tarafından algılanmaz bile… Duyularımız, belli bir aralığa kadar olan dalgaları “seçer” ve beynimize gönderir beynimiz de bunları yorumlayarak, dışarıdakinden çok daha farklı ve küçük, yeni bir “gerçeklik” yaratır.

  Bu örnekleri şunu anlamamız için veriyorum: Bizim dünyaya bakıp anladığımız “gerçeklik”, çok sınırlı duyularımızın ve beynimizin filtresinden geçirilerek oluşturulmuş bir görüntüdür. Gerçekliğin kendisi değil, sınırlı algılarımız ve doğamızla yorumlanışıdır. Duyularımız çok daha değişik çalışsaydı, daha değişik dalgaları alsaydı ve beyne iletseydi bizim de “gerçeklik” algımız ve evrene ilişkin yorumlarımız çok daha farklı olacaktı.

En önemli kısıtlıklarımızdan biri de ancak uzay/zaman düzleminde düşünebilmemiz ve anlam çıkarabilmemizdir. Zihnimizle bir şeyi anlamlandırabilmek için o şeyin diğer şeylerden ayrı olması/ayrıştırılabilir olması ya da zamana bağlı olması gerekmektedir .

EVREN BİR “HAYAL”

  Hemen hemen bütün ruhsal öğretilerde gerçekliğin farklı seviyeleri olduğu öğretisine rastlarız. Bu öğretiyi kapsamlı şekilde kullanan filozofların başında Buddhist Nagarjuna ve Advaita felsefesini sistemleştiren Shankara gelmektedir.

  Başta İbn Arabi olmak üzere pek çok Sufi, evrenin bir “hayal” olduğundan bahsetmektedir. (Hayal öğretisi “maya” ismiyle Hinduizm ve Buddhizm’de de vardır) Bu ifade, ikilik dışı (Advaita) saf bir monizm durumunda olan nihai gerçekliğin, çokluk durumunda yansıması ya da tezahür etmesidir. Aslında Tanrı`dan başka hiçbir şey yok ancak “hayal”/ilüzyon sonucu çokluğu algılamaktayız. Bu hayal, Tanrı`nın doğasının içinde vardır yani zorunlu bir sonuçtur. Tanrı`nın, ayrışmamış halde, her şeyi kapsayan mutlak birlik noktası olarak var olması nihai gerçeklik; bütün farklılıkları, ikilikleri, kutuplaşmaları, sayısız görünümleriyle evren ve içindekiler olarak tezahür etmesi/yansıması ya da “görünmesi” de bir “hayal” olarak nitelenir. Bu hayal, bazı mistik metinlerde rüyaya da benzetilmiştir. Evren ve içindeki her şey "Sonsuz zihnin içinde" oluşmuş bir rüyadır denilir. Rüya gördüğümüz zaman rüyanın sadece "bir rüya" olduğunun farkında oluyor muyuz? Çoğunlukla hayır! Ama bu rüyanın bir ilüzyon olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Rüya görüldüğü anda inanılmaz gerçektir ama sabaha kadar etkisi azalır unutulur, aynı gerçek hayatta bir 15 dakika öncesinin şimdiye oranla daha az gerçek görünmesi gibi. Rüya görürken biri bize gelse ve gördüklerimizin gerçek olmadığını söylese, zihnimizde var olduğunu söylese ona o an için elbette inanmayız, ancak uyanınca bu durumun “ilüzyon” olduğunu idrak ederiz ve bu durum her gece tekrarlanır. Çeşitli Sufiler de ölümü “uyanışa” benzetir. Dolayısıyla maddesel dünyanın ilüzyon olması, çoğu kişi için, onun (Dünyanın) gerçekliğinden bir şey kaybettiren bir olgu değildir, ilüzyonun varlığından bahsedilebilir.

  Rüyada bazen çok mutlu hissederiz bazen duvarlara çarpıp düşüp acı çekeriz, bazen çok zevk alırız bazen korkarız ve rüyadaki o korkumuzdan nefret ederiz. Rüyada bunların hepsini yaşarız, hatta bazen gerçek olduğundan emin olduğumuz şeyler bile görebiliriz, fiziksel olduğunu sandığımız acılar da çekebiliriz ama bu bütün bunlar demek değildir ki "rüyalar gerçek".

  Dış Dünya, çöldeki serap gibidir… Gözle görülür ama, nihai gerçekte yok o. Karanlıkta yılan sanılan şeyin aydınlıkta bir ip olması gibi. Korku da, kaygı da dünya da, yanılsamadır, dünyayı yaratan zihnimizdir denir. Zaman ile mekan ile çeşitli varlıklar, maddesel objeler ile ilgili rüya görürüz ama onlar tabi ki 'nihai gerçek' değiller. Aynı şekilde uyanıkken bu dünyayı deneyimleriz, ancak o da bir nevi rüya görme durumudur denir, bu nedenle "nihai gerçek" değildir.

a) Sufizm`de “hayal” öğretisi

İbn Arabi şöyle der:

"Varlık ve Oluş alemi, bir hayal olup, gerçekte bu, Hakk'in bizzat kendisi'dir."

b) Hinduizmde “hayal” öğretisi

Hint felsefelerine baktığımızda da, aynı öğretilerle karşılaşırız… Hint sisteminde evrenin hayal ya da ilüzyon olması, “maya” sözcüğüyle dile getirilir. Çeşitli Puranalarda yani mitolojik metinlerde, Maya kişileştirilmiştir.

Eski bir Hindu Puranası, evrenin “Brahman`ın bir rüyasından” ibaret olduğunu söyler. En önemli Puranalardan olan, “Srimad Bhagavatam” da denilen Bhagavata Purana, bu konuda şunu söyler:

“Tanrı tarafından yaratılan bir yanılgı (maya enerjisi) sonucu, evren gerçek olmadığı halde gerçekmiş gibi görünür, tıpkı rüyada çektiğiniz acıların yalnızca hayalden ibaret olması gibi”

Upanişad`larda Maya konusu daha detaylı bir şekilde işlenir. Svetasvatara Upanişad şöyle der:

“Tanrı evreni kendinden bir hayal (maya) olarak yansıtır. Brahman hayalin gücüyle, kendisini bireysel ruhlar sanar. Maddenin bir hayal olduğunu bil, bütün evren Tanrı`nın yansımalarıyla kaplıdır”

Maha Upanishad, ilüzyonun Tanrı`nın zihninden yayıldığını belirtir:

“Dünya ilüzyonu zihinden yayılmıştır, ve devam ettikçe Moksa'ya ulaşılamaz"

Brihadaranyaka Upanışad'taki meşhur "Gerçek olmayandan gerçeğe ilet beni" (1:3:28) duasında da, ilüzyon olan dünyadan gerçeğin ta kendisi olan Brahman'a giden yol kastedilir.

8. yüzyılda yaşamış, advaita (ikilik dışı) felsefeyi sistemleştiren filozof Shankara, Upanişad’lardaki ayetlerden yola çıkıp, ayetlere benzer şekilde şöyle demiştir:

“Brahman ötelerin de ötesindedir, yücelerin yücesidir. Başlangıçta yalnız O vardı. Adlar değişik ve kalıplar ayrı olsa da cevher tektir: Brahman’dır, Vücut bir araba, sahibi : Atman,  Akıl: Arabacı, Koşumlar: İdrak, Duyumlar:  İdrak duyumlardan, akıl idraktan, Atman da akıldan üstündür. Atman için ne doğum vardır, ne de ölüm. Hem uzak, hem de yakındır, hem her şeyin içinde, hem de her şeyin dışındadır. Bütün varlıklarda O’nu, Onda bütün varlıkları gören şüpheden kurtulur. Dış Dünya,  çöldeki serap gibidir…’ Gözle görürsün ama, gerçekte yok o. Susuzluğunu arttırır yalnızca asla gidermez. Karanlıkta yılan sandığın şeyin aydınlıkta  bir ip olması gibi. Korkun da, kaygın da MAYA’dan dolayıdır.Zaman ile mekan ile çeşitli varlıklar ile ,maddesel ojbeler ile ilgili rüya görürsün ama onlar tabi ki ‘gerçek’ değiller. Aynı şekilde. uyanıkken bu dünyayı deneyimlersin, ancak bu deneyim, bilgisizlikten doğmuştur. O da bir rüya görme durumudur, bu nedenle gerçek değildir.Beden, bu organlar, bu hayat nefes,, bu ego duygusu da gerçek değildir. İşte bu nedenle de, ‘O sensin’ saf, mutluluk, ikincisi olmayan bir,  ilahi Brahman, sensin"

   Aslında,  Filozof Shankara’ya göre de, daha önce de bahsettiğim gibi, çoğu insan için “dünya vardır”, yok değildir, dünyanın yokluğu ve zihinde olması yalnızca en mistik tecrübeyi deneyimleyerek aydınlanmaya ulaşan varlıkların idrakıyla anlaşılır. Bu seviyeye ulaşıldığı zaman “ikilik” (dvaita) yok olur, çokluk yok olur her şey “tek” durumuna iner, benim ve senin duyguları kalmaz,  “sevmek, bilmek, duymak görmek” duyguları kalmaz, bu duygular özde değildir, nitelik kalmaz her şey birleşir, ayrışmamış hale girer: sevmenin, bilmenin, duymanın, görmenin bizzat kendisi olunur.

Brihadaranyaka Upanişad’ın dediği gibi:

“insan görmeden, gözü olmadan görür, çünkü hiçbir şey O'ndan ayrı değildir. Koklamadan, burnu olmadan koklar çünkü hiçbir şey O'ndan ayrı değildir. Duymadan kulağı olmadan duyar çünkü hiçbir şey O'ndan ayrı değildir.. Bilmeden bilir çünkü hiçbir şey O'ndan ayrı değildir. Ayrılığın olduğu yerde insan başka bir şeyi görür. Başka bir şeyi koklar, başka bir şeyi konuşur, başka bir şeyi duyar, başka bir şeyi düşünür. Fakat özümlenmenin olduğu ikinci bir şeyin bulunmadığı yer Tanrı'nın âlemidir. Yaşamın en yüce gayesi en yüce hazinesi budur."


Dalga ve su…
  Mistik metinlerde sık sık kullanılan örneklerden biri de su/okyanus ve dalga örneğidir. “Dalga” dediğimiz kavram aslında sadece zihnimizde oluşan bir kavramdır. Sudaki geçici şekil değişikliğine “dalga” ismi verip onu kavramlaştırırız. Dolayısıyla bu anlamda, dalga kavramı zihnimizde oluşan bir yanılsamadan ibarettir. Gerçek, aslında sudan başka bir şey olmamasıdır. Bir ve tek olan su, kendisini yüzeyde dalgalar olarak göstermektedir. Bu dalgalardan kimi çok büyüktür metrelerce olabilir ancak kimi de çok küçüktür ve güçsüzdür. Kimi dalgalar gemileri bile batırabilirken kimi dalgalar kendisini zor hissettirir. Bu şekilde çok çeşitli dalgaları zihnimizde oluşturabiliriz. Ancak dalgalardaki güçlü-güçsüz, büyük-küçük, uzun-kısa gibi ayrımlar sadece birer ilüzyondur yahut nihai gerçeklik değildir. Gerçek olan şey, hepsinin de sudan ibaret olmasıdır. Dolayısıyla görünürdeki bütün bu farklılıklara rağmen bütün dalgalar nihai gerçeklikte birdir.

Aynı şekilde, biz de sonsuz okyanus potansiyelinin yüzeyinde ortaya çıkan dalgalar gibiyiz. Kimimiz büyük kimimiz küçük, kimimiz o şekilde kimimiz bu şekilde ancak görünürdeki bunca farklılığa rağmen, hepimiz biriz çünkü hepimiz, kendisini biz ve evren olarak tezahür ettiren sonsuz Tanrı`yiz ya da özüz. İşte yanılsama ya da “göreli gerçeklik”, görünürdeki bütün ayrılıklar ve ayrımlardır. Nihai gerçeklik ya da “hakikat” işe bu ayrılıkların nihai gerçeklik düzeyinde varolmamasıdır.

  Altın/demir ve görünümleri…

Verebileceğimiz bir başka örnek de altın örneğidir. Altın dediğimiz madde, kendisini kolyeler, küpeler ve benzeri sayısız şekilde “tezahür ettirir”. Bir ejderha kolyesi olabilir, yusufçuk kolyesi olabilir, kalp görünümüne bürünüp küpe olabilir ya da dümdüz kablo şeklinde olabilir. Sayısız şekle bürünebilir. Bütün bu ayrımlara ve ayrılıklara rağmen, görünürdeki değişikliklere rağmen nihai gerçek bütün bu saydıklarımızın altından başka bir şey olmamasıdır. Çandogya Upanishad şöyle der:

“Sevgili Svetaketu, kendini bilgili bir insan gibi görerek kibirleniyorsun o halde söyle bana, işitilmeden duyulan, düşünülmeden düşünülen, bilinmeden bilinen öğretiyi hiç araştırdın mı?’ ‘Efendim, bu öğreti neden bahsediyor?’ ‘Bak oğlum, bu öğreti, var olan her şeyin aynı hamurdan yapıldığını, farkın sadece isimlerde olduğunu anlamaktır. Bakırdan yapılmış her şey bakırdır, fark sadece isimlerdedir. Tırnak makası gibi demirden yapılmış her şey de demirdendir, fark onlara verilen isimlerdedir; altından yapılmış her şey altındır fark sadece isimlerdedir, işte bu böyledir” (Chandogya Upanishad  6:1:2-7)

En önemli yeni metinlerden Yoga Vasistha`dan aktardığım aşağıdaki ayetler, konumuzla doğrudan ilgilidir:

“Her yerde ve her şeyde olan; sevgi, merhamet ve var olmuş olabilecek her şeyi içeren, ebedi olan büyük bir Kaya düşünelim.Bu Kaya gerçekten de Kozmik Bilinç’tır, homojenlik bakımından bir kayaya benzer. Evrenin tüm yaratıkları bu kayanın içinde görünür. İnsan bir kayanın içinde nasıl farklı suretler tasavvur ederse, evrenin de, cahillikten ötürü, bu bilincin içinde varolduğu düşünülür. Bir heykeltıraş kayada farklı suretler var etse bile, kaya yine de kayadan başka bir şey değildir: Homojen bir bilinç kütlesi şeklinde olan bu Kozmik Bilinç için de durum farklı değildir. Kayanın, oyularak içinden çıkarılabilen, potansiyel haldeki çeşitli suretleri içermesi gibi, bu evrenin bütün yaratıklarının çeşitli adları ile formları da potansiyel olarak bu Kozmik Bilinç’te vardırlar. Kaya, oyulsa da oyulmasa da nasıl sadece bir "kaya" olarak kalıyorsa, evren ortaya çıksa da çıkmasa da evrensel zihin yine kozmik zihin olarak kalır. Evren formu, bir yanılsama sonucu ortaya çıkmadan ibarettir; onun cevheri, tek olan kozmik zihinden başka bir şey değildir. Bu gerçek idrak edilince dualite (ikilik) sona erer. ( Yoga Vasistha 6:6)

Dalganın sudan başka, vazonun çamurdan başka bir şey olmaması gibi evren ilüzyonu da Brahman’dan başka bir şey değildir. Advaita Vedanta felsefesinin Upanışadlar,  Bhagavad Gita ve Yoga Sutralarından sonraki en önemli kaynağı olarak kabul edilen, Risi Astavakra tarafından oluşturulmuş eski bir kutsal metin olan Astavakra Gita şunu söyler:


"Yakın zamana kadar şaşkın bir halde, MAYA'ya kapılarak yaşıyordum, ama artık aydınlandım dünyayı aşmış bir şekilde, beden ve dünya benim ışığımdan ortaya çıkar,  aslında her şey benim veya benim olan hiçbir şey yok, artık sonsuz Atman'i görüyorum, fokurdayıp köpüren bir dalganın sudan başka bir şey olmaması gibi, Atman'da dışarıya taşan tüm yaratılış da Atman'dır yalnızca.Bir kumaş parçasının iplikten ibaret olması gibi, tüm yaratılış da Atman'dan ibarettir.Dünya, Atman bilinmediğinde ortaya çıkar, bilindğinde değil. Ama siz halata yılanı yakıştırıyorsunuz, ama halatı gördüğünüzde yılan ortadan kaybolur.
Doğam ışıktır benim yalnızca ışık, saf ışık! ortaya çıktığında dünya, yalnız ben parıldıyorumdur.Dünya içimde ortaya çıktığında bir yanılsamadan ibarettir bu, güneşin altında titreşen şu birikintisi, halat kolundaki yılan, benden taşar dünya, ve bende eriyip gider, tıpkı bir bileziğin eriyip altın olması gibi, bir çömleğin unufak olarak kile dönüşmesi gibi, bir dalganın yatışıp suda yitip gitmesi gibi...Surete büründüm ama hala TEK'im, ne gelirim giderim ancak yine de her yerdeyim ben, sonsuz okyanusum.Düşünceler ve maddeye bağlılık yoğunlaştığında rüzgar dalgalar gibi sertleşir, binlerce dünya çıkar ortaya ama rüzgar dindiğinde batar gemisiyle beraber.Varlığımız sınırsız okyanusunda, eli ayağı dolaşır onun ve onunla birlikte tüm dünyaların. Ben içinde tüm canlıların doğal olarak ortaya çıktığı sonra yatıştığı ucu bucağı olmayan Derya'yım"

c) Buddhizm`de “hayal” öğretisi

Buddhizm`in hem Theravada (Hinayana) mezhebinde hem de Mahayana ve Vajrayana mezheplerinde “hayal” öğretisi yer tutar. Üç mezhep arasında “hayal`ın mahiyeti ve nitelikleri arasında bazı farklar varsa da, bunlar genellikle detaylarda ayrılmaktadır. Theravada “ilüzyon” öğretisi üzerinde fazla durulmaz ve konu, psikolojik olarak geliştirilmiş değildir daha çok formların “geçiciliği” (anicca) kavramı üzerinde durulur. Mahayana ve Vajrayana`da ise, çeşitli Mahayana Sutralarında, bu gerçek önemle vurgulanır. Palı Kanonda, ünlü Dhammapada`da Buddha şöyle der:

“Dünyayı bir baloncuk, bir serap gibi gör. Dünyayı böyle göreni, ölüm görmez.”

Mahayana Sutralarından olan ve Zen`in sistemleşmesinde önemli katkıları olan Lankavatara Sutra şunu söyler:

“Dünya bir hayaldir, her şey mucize bir biçimde yansıtılan bir ilüzyon gibidir. Bunların duyularla algılandığı ve ayırt edildiği doğrudur fakat aslında diğer yandan hiçbirinin kendiliğinden kendi doğaları, gerçeklikleri yoktur. Onlar gerçekte görülmüyorlar ama zihin tarafından ‘tasarımlanıyorlar’

Zen Buddhizm`inde en önemli Sutralardan biri kabul edilen Elmas Sutrasında, evrenin bir hayal ve bir “gölge” gibi olduğu bildirilir.


d) Taoizm`de “hayal” öğretisi

Taoizm`in en önemli kutsal metinleri 3 tanedir. Bunlar ünlü Tao te Ching (lao Zi), Lieh Tzu (lie Zi) ve Zhuang Zi`dır. Evrenin ilüzyon olması ile ilgili en net öğretiler Lie Zi kitabında bulunur:

“Nefes alan ve bir bedene sahip olan her şey sadece bir ilüzyondur,  sen ve ben bir ilüzyonuz, yaşam bir hayaldir”

e) Günümüzde "hayal" öğretisi

Günümüzde Quantum ile ilgilenen, genel ve özel görelilik kuramları ve quantum felsefesi ile, her şeyin yanılsama veya her şeyin zihinde olabileceğini arasında çeşitli bağlantılar kuran pek çok bilim adamı bulunmaktadır. Bu bilim adamlarının en önemlilerinden biri Albert Einstein idi. Einstein, dünyanın bir yanılsama olduğu olgusundan ve her şeyin sadece zihinde olabileceğinden çeşitli şekillerde bahsetmiştir. Albert Einstein'ın bu doğrultudaki görüşlerinden biri:

  "Fiziksel kavramlar, insan zihninin yaratılarıdır ve her ne kadar aksi gibi görünse de aslında sadece dış dünyaya bağlı değildirler" Albert Einstein "The Evolution of Physics", Albert Einstein and Leopold Infeld, Simon and Schuster, 1938

Devam edecek..

                                                                                           Ozan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder