20 Eylül 2014 Cumartesi

Biz kimiz?

Biz aslında kimiz? Bize kim olduğumuz sorulduğunda, ilk söyleyeceğimiz şey ismimiz olur. Halbuki, ismimiz bize sonradan giydirilen kültürel elbiselerden biridir. Bu soru üzerinde derin düşününce şunun farkına varırız: Kim olduğumuzu düşündüğümüz şey ile gerçekte kim olduğumuz farklıdır. Genellikle kimliğimizi, sonradan edindiğimiz, kazandığımız kültürel ya da biyolojik özellikler ile belirtiriz. Bir ismimiz vardır, cinsiyetimiz vardır, etnik bir kimliğimiz vardır, lisanımız, bir annemiz ve babamız vardır. Daha sonra da, dünya ile ilgili dinsel, politik görüşümüz vardır ve “kişiliğimiz” de bu gibi şeylere göre şekillenir. Yani “ben” dediğimiz şeyi, kültürel ve biyolojik çeşitli kazanımlarla açıklamaya çalışırız. “Ben mühendisim”, “Ben müzisyenim”, “Ben memurum” deriz.

Peki bedenimiz “ben” midir? “benim ayağım”, “benim elim” deriz, “benim kalbim”, “benim beynim” deriz ama çoğumuzun bu organların nasıl çalıştığı konusunda en ufak bir fikri bile yoktur. Zaten bedenimizi oluşturan hücreler 7 yılda bir nerdeyse tamamen değişir ve yenilenir. Saçlarımız kesildiğinde ya da bir parmağımızı kaybetsek, “ben”liğimizden de bir şey kaybetmiş olmayız, “ben”den bir şey eksilmez. Ben, bedenimiz değil, bedenimize de sahip olan bir şeydir.

Düşüncelerimize de bazen “ben” deriz, duygularımıza da… Ancak 7 yaşındaki “ben” ile 70 yaşındaki “ben”in düşünce ve duygu bazında da pek bir ortak noktası olmasa gerek. Ancak bizde 7 yaşında da 70 yaşında da değişmeyen bir “his” vardır. Küçükken de ben, benim yaşlılığımda da ben, başkası değil ama “ben”im. Her zaman bir “ben” düşüncesi vardır. Peki “kişilik” dediğimiz şey “ben” midir? Örneğin çok “utangaç bir kişiliği” olan bir insan, eğitimle, çalışmayla, cesaretle bu duygusunu tamamen geride bırakabilir ve tam zıt bir şekilde son derece atak biri haline gelebilir. Hatta fobiler bile yenilebilir. Kişilik “ben” değildir.

Peki o halde hafızamız “ben” midir? Kafa bölgesine aldığı darbelerden sonra ya da Alzheimer gibi hastalıklardan sonra ailesini, yaşantısını, çocuklarını, eşini hatta kendi ismini bile hatırlayamayan insanlar vardır. Hiçbir şey hatırlayamazlar ancak “ben” duygusuna hala sahiptirler. Benzer şekilde, sarhoşken ne yaptığımızın bilincinde olmayız. Kendimize geldiğimizde, o anlardaki yaşananları hatırlamayız. Demek ki beden, kişilik, duygular, hafıza da “ben” değil, “ben”in sahip olduğu olgulardır. Bütün bu şeyler değişir ama değişmeyen şey, kişi çok utangaçken de çok atakken de aynı “ben” duygusuna sahiptir. Başkası değildir o, kendisidir. İşte bu “ben” duygusu, varolma hissidir. Birdir, çok sayıda değildir, herkeste ve her şeyde aynıdır. Bu olguya, “izleyici”, “tanık”, “tanrı”, “ruh” gibi isimler de verebiliriz.

Daha derinlerde, bir şeyi düşündüğümüzde düşündüğümüzün farkında olan, kızdığımızda kızgınlığın farkında olan, duygulandığımızda duygulanıldığının farkında olan bir “izleyici” vardır ve bunu “görmek” imkansızdır çünkü bu bir obje değil sujedir. Brihadaranyaka Upanishad şöyle der:

“Görüleni göreni göremezsin, duyulanı duyanı duyamazsın, düşünüleni düşüneni düşünemezsin, bilineni bileni bilemezsin. İşte bu şey, senin benliğindir ve herkesin, her şeyin içindedir” Brihadaranyaka Upanishad 3.4.2

Derin bir şekilde düşünürsek varacağımız sonuç şu olur: “Ben” dediğimiz şey, bize kültürel olarak giydirilen elbiseler değil, bu elbiseyi bizzat giyen bir ilke olmalıdır. Bu “ben” en derinlerde bir izleyicidir, düşüncelerden, biyolojik/genetik özelliklerden, duygulanımlardan daha derinlerde bir yerdedir. O adeta sessiz bir tanık gibidir. Hakikat öğretisi der ki işte bu ben, bu tanık, sonsuz potansiyel Tanrı`nın “tanım, gözlemci” tezahüründen başka bir şey değildir. O şey herkesin içindedir ve herkeste aynıdır. Bu en ama en derinimizdeki izleyen tanık, gözlemleyen ilke, çok sayıda değil, bir tanedir ve kendini “ben”, “sen”, “o” olarak yani herkes olarak deneyimlemekte, izlemekte veya biz olarak tezahür etmekte, “rüya” görmektedir. Çinli ünlü Zen ustası Huangbo Xiyun, bu ilkeyi “evrensel zihin” olarak şöyle anlatır:

"Tüm Buddhalar ve insanlar tek bir evrensel zihinden başka bir şey değil. Onun dışında hiç bir şey yok. Bu zihnin başlangıcı yok, doğumu yok, ölümü yok. Ne yeşil ne sarı, biçim ve görünümden uzak, ne varlık ne de yokluk denilebilir ona. O ne uzun ne kisa, ne buyuk ne kucuk cunku o butun kiyaslamalarin, ölçülerin, limitlerin ötesinde.”

Isha Upanishad, bu ilkenin herkesin ve her şeyin içinde olduğunu şu sözlerle anlatır:

…O, hareket ediyormuş gibi görünür ama her daim durağandır, herkesin içindedir ve herkesi aşar, tüm canlıları içlerinde görenler ve kendilerini de tüm canlılarda görenler keder nedir bilmezler, hayatın çokluğu nasıl olur da onun birliğini göreni aldatır? (Isha Upanishad, 5-8)

Aynı ilkeyi İbn arabi, "Allah" ifadesini kullanarak şöyle açıklar:

“Arif, Allah`ı her şeyde gören, Her şeyi de Allah`ta gören kişidir”  İbn Arabi Füsus el Hikem

Bu ilke, bazen kişileştirilerek insanlara anlatılmaya çalışılmıştır zira tamamen aynı düşünce, ünlü Bhagavad Gita`da da dile getirilmiştir:

“Her şeyde beni ve bende her şeyi görebilen biri için ben asla kaybolmam. o kişi de benim için kaybolmaz. Benim bütün canlılarda bulunan varlığıma saygı gösteren bilge yaşam biçimi ne olursa olsun bende var olur” (Bhagavad Gita 6:29-32)

Mahayana Buddhist metni Maharatnakuta Sutra şöyle der:

“Evrensel zihin, (nihai anlamda) formlardan ve görüntülerden yoksundur. Fakat bütün evren; siyah, beyaz, sarı, kırmızı gibi çeşitli renklere ve şekillere sahip bütün canlılar, sakinlik ve asabiyet gibi özelliklere sahip bütün canlılar bu zihnin içinde bulunur. Bu zihnin dışında ne herhangi bir canlı vardır ne de fenomenler dünyası…O bütün bilgeliğin kaynağıdır.”

İşte pek çok yerde duyduğumuz “hepimiz biriz” öğretisinin anlamı budur. Örneğin İncil hikayelerindeki zaman zaman “abartı” denecek derecede olan “herkesi, düşmanları bile koşulsuz olarak sevme”, “bir tokat atana diğer yanağını çevirme” gibi öğretilerin asıl amacı da bu birlik öğretisini halka anlatabilmekti. Bütün insanlar, en derin yerde “tek bilinç” olgusunu paylaştıkları için “bir” idi, insanlar, ortak bir merkezden “bilinç”ten çıkan çok sayıda yarıçap olarak düşünülüyordu. En derin olan merkezde ayrılık yoktur, herkes bu ortak noktayı paylaşır.

Tek bir bilinç, kendini herkes ve her şey olarak ifade etmektedir ve herkes/her şey, aynı bilincin kendini ifade etmesinden ibarettir. Yani varoluşun gizem potansiyeli, evren ve bizler olarak ortaya çıkıyor ve kendisini bu şekilde deneyimliyor/biliyor. Potansiyel içinde oluşan izlenimler "etki" ler (imprint), uygun (proper) bir "media" yani taşıt/kabuk/beden gerektiriyor ve sonsuz gizem/potansiyel/enerji, uygun bir araç / beden-zihin organizması şeklinde (proper media) tezahür ederek onunla özdeşleşiyor. Böylece gazlarla, taşlarla...vs başlayan bu süreç evrim ile nerdeyse tam bilinç de kazanarak insan olarak devam ediyor.

"Ben" den anladığımız egosal ya da bireysel anlam aslında bir ilüzyondur. Nihai gerçekliği yok. Tıpkı denizdeki geçici şekil değişimleri olan dalgalar gibi. Dalgaların aslında sudan başka bir şey olmaması gibi, bizler de aynı olan sonsuz potansiyelden başka bir şey değiliz. Tıpkı her yerde olan havanın bardak ters çevrilince bardak içinde kalması gibi. Tıpkı, içine girdiği nesneye göre şekil alan su gibi sonsuz form da beden/zihin organizmalarıyla özdeşleşince "ayrı benlik" ilüzyonu doğuyor. Bu ilüzyon, sonsuz potansiyelin kendi içine bakması/kendisini deneyimlemesi, kendisini gerçekleştirmesi için gereklidir (Deneyimleyen/deneyimlenen ikiliği gereklidir. Işığın, aydınlık potansiyelini "olur"a çevirmek için bir şey üzerinde yansıması gereklidir.)

                                                                                    Ozan

NOT: Bu yazı ve diğer tüm yazılar bana aittir ve hakları saklıdır. Kaynak göstermeden herhangi bir yazımı kopyalamayınız!

9 yorum:

  1. Peki anestezi altındaki bilinç durumu için ne diyorsunuz? Bir süreliğine tüm duyular kapatılıyor, kişideki "varolma hissi" askıya alınıyor. Madem ki izleyici bir tanık var, bu tanığın, bilinç anestezi altında iken bile olanları izlemesi gerekmez miydi? Ya da bu tür durumlarda bu tanık nereye gidiyor?

    "...“izleyici” vardır ve bunu “görmek” imkansızdır çünkü bu bir suje değil objedir. " diyorsunuz. Sanki suje olsa daha zor görülürdü/fark edilirdi; obje olunca görülmesi daha kolay olurdu, dolayısıyla bu aslında suje demek geliyor içimden. Suje, kendi anlayışıma göre "etken" nitelik taşıyor; yani bir şeyleri yapan/eden şey..Biz de eylemde bulunan varlıklar olduğumuz için, sujeyiz; eğer eylemleri biz değil başka bir güç yapıyorsa asıl suje odur; ancak biz de aynı fiilleri yapıyor ya da yaptığımızı sanıyor olduğumuz için asıl sujeyi kendimiz sanıyoruz ve olması gerekeni değil, "ego"muzu görüyoruz. Şayet bu "tanık" obje olsaydı, bizim onu idrak etmemiz daha kolay olurdu. Bilmem anlatabiliyor muyum?

    Teşekkürler...

    YanıtlaSil
  2. Aslında anesteziye de gerek yok. Hemen hemen her akşam, derin uyku aşamasında (rüyasız uyku) anestezi ile olan şey başımıza geliyor. Bu durum, Upanishadlarda varlığın 4 hali olarak tanımlanıyor. (Uyanıklık, rüyalı uyku, derin uyku ve turiya) Tamamen bir boşluk hissi. Sonsuz potansiyeli bir noktayla özdeşleştirelim. Uyanıklık durumunda bu nokta kendisini beden ve zihin ile özdeşleştirir. Rüya durumunda ise bedeni deneyimlemez, kendisini sadece zihin ile özdeşleştirir. Derin uyku/aneztesi durumunda ise nokta tamamen kendi özüne çekilir ve hiçbir şey deneyimlemez. Yani tanık bir yere gitmiyor, sadece kendisiyle kalıyor. Kendisinden başka her şey uzay/zaman/obje…vs yok oluyor. O halde hiçbir deneyim olmaz çünkü obje/suje düalitesi (ikiliği) sona ermiş ve monistik aşamaya geçilmiştir. Yani yazılarımda da dediğim, "ışığın doğasının aydınlık olmasına rağmen üzerinde yansıyacak hiçbir şey olmadan paradoksal olarak karanlık olması" durumundayızdır. Deneyim olmadan düalite olmadan bilinç de olamayacağına göre, derin uyku/aneztesi durumunu "boşluk" olarak hatırlarız. Tanık/potansiyel/Tanrı, hiçbir düalite olmadığı için hiçbir şey deneyimlemediği için boşlukta/bilinçsizdir. (Tabi, bunu bireysel açıdan söylüyorum. Yani tanığın özdeşleştiği organizmalardan biri olan biz öyle hissederiz. Oysa Tanrı, biz derin uykudayken de sayısız body/mind deneyimlemektedir. Ama biz, bizimle ilgili kısmı, düalizmin tamamen bittiği aşamaya geçildiği için, bireysel açıdan SONRADAN “boşluk” olarak hatırlamış ya da hatırlamamış oluruz. Yani, bireysel açıdan bakarak "hatırlamamış" olmak durumundayız.) Tabi bir de Turiya diye bir aşama var onda monizm aşamasındayken bile bilinç var ancak o konuya başka zaman gireceğim.

    İkinci sorunuza gelince, yazım hatası olmuş. Burada demek istediğim şeyi filozof John Locke şöyle ifade etmiş: “Her şeyi gören göz, yansıtıcı olmadan kendisini göremez”. Yani yazım hatası olmuş. Doğrusu: “çünkü bu bir obje değil sujedir.” olacaktı. Bu kısmı düzeltiyorum. Teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  3. Açıklamalarınız için teşekkürler. İlkiyle ilgili olarak, ben de tam "o zaman derin uyku hali ile turiya arasında bir fark yok mu?" diyecektim ki son cümlenizi okudum. Turiya'da, bana göre, derin uyku halinden daha farklı bir hal olmalı. Bunu bir kenara koyarsak; anestezi halini(rüyasız derin uyku da diyebiliriz) ben ölüme benzetiyorum, yani ölüm böyle bir ley olmalı şeklinde akıl yürütüyorum sadece. Hatta bu bilinç durumuna ilişkin bir söz Kuran'da da geçiyor (Zümer Suresi 39/42): "Allah (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır." Hem açıklamalarınızı hem de belki bu ayeti göz önüne alınca şunu mu anlamamız gerekiyor: Ölüm hali aslında bizim için hiçbir şeyi deneyimlememe hali; çünkü o anda tanık, bizim vasıtamızla deneyimlemekte olduğu süreci sona erdiriyor ve kendisiyle başbaşa kalıyor? Ama ölümden sonra bile ruhun, tatmin olmamış istekleri, veya ezelden beri getirdiği karmaları-imprintleri ile farklı bir boyutta var oluşa geçtiği ve sonunda bu karmaları temizlemek için yeniden dünyada bedenlendiği söyleniyor.? Her neyse, bedenlense de bedenlenmese de sonuçta bu deneyimsizlik ve boşluk (yani non-dualite), sanırım ruh için gidilecek son nokta. Son noktanın bir boşluk/hiçlik olması bana biraz tuhaf geliyor; yani her şeyi doğuran (tezahür ettiren) o öz, kala kala en sonunda - gene kendi tabiatı olduğu söylenen- bu hiçliği/deneyimsizliği (sunyata/nirguna halini) yaşamak için mi kendini "görünür kıldı? Ve madem iyi-kötü her şey onun tecellisi, bu "öz", bizim ona sürekli olarak atfettiğimiz "mükemmellik" niteliğini aslında taşımıyor mu? (Tamam, iyi ve kötü kavramları bizim yarattığımız kavramlar, makro düzlemde iyi-kötü diye bir şey de yok diyoruz ama bir yandan da göreli bir gerçeklik de olsa Dünya üzerinde bu "iyi" ve "kötü"nün etkilerine ister istemez maruz kalıp bunlardan etkileniyoruz; dolayısıyla onların varlığını ben tümüyle yadsıyamıyorum.) Mükemmel olmadığı için midir ki bu öz'den geldiği söylenen kutsal yazıtların hepsinde muhakkak bir cezalandırıcı, hatta korkutucu, bazen kıskanç, kimi zaman kapris yapıyormuş gibi görünen bir söylem var?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Turiya konusuna şimdilik girmiyorum çünkü hem anlaşılması daha zor hem de henüz kendi aklımda araştırmasını tamamladığım/olgunlaştırdığım bir kavram değil. Bu kavramı daha çok araştırıp diğer kavramlarla mantıklı bir şekilde bağladıktan sonra yazmak istiyorum. Turiya, diğer 3 halin (Uyanıklık, rüya, derin uyku) kendi içerisinden çıktığı esas bir varoluş/farkındalık hali olarak tanımlanıyor metinlerde. Diğer 3 hal aslında bir ilüzyon, Turiya nihai gerçekliktir denir. Yine metinlerde, Sat Chit Ananda yani sonsuz bilgi+mutluluk hali deniliyor. Dolayısıyla derin uykudan çok daha farklı. Yaşamın amacı, bu hale ulaşmaktır deniyor. Holonlar (Holons) teorisi yardımıyla da örneklendiriliyor çeşitli kaynaklarda. Başka bir görüşe göre ise Turiya, bireysel olarak ulaşılabilecek bir kavram değil. Yani sınırsız potansiyelin bilinçsiz birlikten bilinçli birliğe ulaştığında (ya da ulaşmaya yaklaştıkça) içinde olacağı sürekli hal olarak da tanımlanıyor. Ama bir yandan da şu var. Sonsuz potansiyel, özne-nesne + uzay/zaman şekline gelmezse nasıl bir şeylerin bilincinde olabilir? Çünkü bizim anladığımız manada bilinç, bir şeyin bilincinde olmayı yani illa ki ikiliği ima eder. Kendisinden başka hiçbir şey olmadan o bilinç, ayrışmadığı için, paradoksal olarak bilinçsizdir. Işığın, üzerinde yansıyacak hava uzay veya nesne olmadığı zaman karanlık olması gibi. Zaten bu nedenle düalite biz ve evren olarak tezahür etmiş sonsuz potansiyel. Yani her şey, potansiyelin içindekileri açığa çıkarmak için gerçekleşmekte. Ne olursa olsun, ben metafiziğe kaçmadan şu ana kadar yazdıklarım çerçevesinde ve belli bir mantığa bağlayarak sunmak istediğimden, Turiya konusunu araştırmaya devam edeceğim.

      Reenkarnasyon kavramı ile ilgili birkaç hafta önce uzunca bir yazı yazıp yayınlamıştım. Bu konuştuğumuz açıdan bakınca reenkarnasyon ve karmanın tek işlevi, sonsuz potansiyelin uzay-zaman-evren ve canlılarla kendisine ayna olması, kendi potansiyelini açığa çıkarmasıdır. O potansiyelin içinde düalite ilkesi olmak zorunda demiştik. İyilik-Kötülük gibi kavramlar, düalite ilkesi gereği ortaya çıkan zorunlu kavramlar olduğundan ve Tanrılığın içinde potansiyel olarak zaten bulunduğundan biz de onun sonuçlarını yaşamaktayız diye düşünüyorum. Ama "karmanın temizlenmesi" gibi düşünceler, sadece göreli gerçeklik açısından bakınca anlamlı, nihai değil.

      Çok güzel ve üzerinde uzunca düşünülmesi gereken bir soru sormuşsunuz. Sınırsız potansiyel, içindekileri açığa çıkarıyor ama her şey bittiğinde hiçlik olarak kalmak için mi bütün bunlar oluyor yani? Öncelikle bu potansiyel neden içindekileri açığa çıkarıyor? O şeye “enerji” ve “sonsuz potansiyel” diyoruz. “Potansiyel” kavramı, daha önce de dediğim gibi, potansiyeli olduğu şeyleri açığa çıkarmayı ima eder. Eğer potansiyel kavramı içinde, içindekileri açığa çıkarmak olmasaydı ona “potansiyel” veya “enerji” demezdik “ölü bir yığın” derdik sanırım. Yani aslında Tanrı’nın/sonsuz potansiyelin doğası gereği bu iş mekanik olarak gerçekleşiyor olabilir. Dolayısıyla bir kişiliğe ihtiyaç yok diye düşünüyorum. Peki her şey bittiğinde yani gidilecek son nokta bir hiçlik midir?

      Bundan önce mükemmelik kavramına deyinelim. Bizim bu dünyada algımızla “mükemmellik” dediğimiz şey belki de nihai gerçekte mükemmelik değildir. Belki de “mükemmellik” sadece iyi olma durumu değil iyi ve kötüyü potansiyel olarak içinde barındırma ve bu ikisinin yarattığı sınırsıza yakın kombinasyonlardır. Belki de “sadece iyi olmayı taşıma, kötülüğe sahip olmama” gibi tanımlarımız bizim kendi hüsnü kuruntumuzdan veya algı eksikliğimizden ibarettir. Bu arada şunu da söylemek istiyorum, belki de algımızla “hiçlik” dediğimiz şey mükemmelliktir ama BİR ŞEYLERİ
      bilmeye/ikiliğe dayalı dünyasal bilinç şekli kusurludur. Bunu bilemeyiz. Ayrı bir ismi şekli cismi olan küçük bir nehir, okyanusa karışıp koca bir okyanus haline gelir, ismi, cismi şekli adı kaybolur (hiçlik) ama okyanus olur. Belki de böyledir o hiçlik. Hiç bir şeyi bilmeden, her şeyin bilgisine sahip olma halidir. Her şey haline gelindiği için bir şeyi bilmeye gerek olmama halidir belki.

      Sil
    2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

      Sil
    3. Nihai nokta hiçlik midir demiştik. Bir görüşe göre ise sonsuz potansiyel/Tanrı, bilinçsiz birlik durumundan bilinçli bir birliği deneyimlemek için sonsuz sınırsız bir yolculuk halindedir. Evren-uzay-zaman-mekan-boyut-canlılar işte bu yolculuğun bir gereği olarak tezahür olmuştur. Öyle ya, adı üstünde o “sınırsız” potansiyel olduğu için, deneyimleri de sınırsız olacaktır ama başlangıçtaki “bilinçsiz birlikten” bilinçli bir birliğe doğru giden bir durumda olacaktır. Olaya bireysel açıdan bakarsak, ölümden sonra “ben” sürekli varolmaya devam edecek. Yani derin uykudaki haliyle sonsuza kadar kalıcaz yok olucaz diye bir şey yok. “Ben doğmadı ki yok olsun” denir. Ben dediğimiz şeyler de yanılsamadır yazıda anlatmaya çalıştığım gibi. Ama şundan emin olabiliriz, şu andaki “ben” ölsem bile sürekli başka “ben”ler olmaya devam edecek. Dolayısıyla ister bireysel açıdan bakalım ister bütünsel açıdan, “hiçlik” diye algıladığımız şey, sonsuz bir yolculukta olduğumuzdan hiçbir zaman mümkün olmayacak. Sonsuz potansiyel, sonsuza kadar kendisini body/mind organizmalarıyla özdeşleştirmeye böylelikle egolar oluşturmaya ve bilinç sahibi olmaya devam edecek. Bu bedende olmasa hatta dünya gibi gezegenlerde olmasa bile, beynin işlevine sahip başka enstrümanlar aracılığıyla bambaşka şekillerde ve boyutlarda kendini deneyimlemeye devam edecek ve mutlak başlangıçtaki bilinçsiz birlikten bilinçli birliğe doğru yol almaya hep devam edecek. Yani ne bireysel ne bütünsel açıdan, son noktanın “hiçlik” olduğunu sanmıyorum. Her şey bitse bile (ki mantığa göre sonsuza kadar sürecek bu kendini deneyimleme/bilme yolculuğu) başlangıçtaki gibi bilinçsiz birlik değil, bilinçli birlik/Turiya gerçekleşecek.

      Kutsal kitaplarla ilgili bir yorum yapmak istemiyorum. Ama şunu düşünüyorum: Kutsal kitapların birçoğu, özellikle de “semavi” dinlerin kutsal kitapları, sadece kabuksal açıdan/pencereden (egzoterik) yazılmış. Olayın özüne, dinlerin mistik/gizli/tasavvufi…vs denilen öğretilerine inmek lazım. Neyse ki hemen hemen her dinde bu öze inenler olmuş ve ortaya çok güzel kaynaklar çıkmış. Bütün bu kaynaklar da bu konuştuğumuz konuları “nihai gerçeklik” boyutuna oturtmuşlar.

      Sil
    4. Bu detaylı ve tutarlı açıklamalarınız için teşekkürler; non-dualiteyi çok iyi özümsemiş görünüyorsunuz. Çalışmalarınızda başarılar..

      Sil
  4. “bir tokat atana diğer yanağını çevirme” olayı normalde "ben" sahibi hiç bir insan için mümkün değildir, bu "ben" liği yok etmekle mümkün olabilir ki bu ruhaniyetle mümkün olabilir, (Ruh'ta benlik yoktur, Sen'lik vardır) kuranda "biz onlara ruhbanlığı yazmadığımız halde, onlar onada uyamadılar" desede bunun adı aslında ruhbanlıktır, ruhaniliktir.
    Yani "ben"i yok et ama ruhanide olma ! peki nasıl olacak bu? :))

    Mümkün değildir, asla olmayacak bir şeydir bu.

    Asla olmayacak bir şeyi Tanrı niye ister ki (?)

    Din = cezadır, bir topluma din geldiyse cezada gelmiş demektir, bu aynı yaşam = ölüm gibidir.
    Yaşıyorsak ölümde hemen yanı başımızdadır, hayat olan yerde ölümde vardır ve ölüm son sözdür.
    Din olan yerde de ceza son sözdür.

    Hasılı Tanrıya dinlerine ve öğretilerine dikkat etmek gerekmektedir.

    (felasife)

    YanıtlaSil
  5. Sonu olmayanamı sonsuz demeliyiz yoksa başlangıcı olmayanamı.Sonsuza dek, sonsuza kadar yada sonsuza kez gibi ifadeler bir zaman içinde peşi sıra sonsuza dek kendini ifade eden durumları kapsadığı için yetersiz değilmidir. Zaman ve mekan varolan herşeydir dersek ve bu herşey ki siz buna potansiyel diyorsunuz,bu potansiyel ,olabilecek bütün ihtimalleri var eder diye düşünüyorum.sorum şu olucak Size .bütün olasılıkları ve ihtimalleri barındıran, herşey olabilen herşey diye idrak edip ötesine geçmeye çalışmanın sebeplerine anlam yüklemenin zihni bulandırma gibi bi sorunuda beraberinde getireceğini düşünürmüsünüz.umarım kendimi ifade etmişimdir. Hoşçakalın

    YanıtlaSil